04 Ekim 2009 00:00

Hangi dünyada yaşadığını bilmeyen sanatçı olur mu?

Başka gazete olsa “Jülide Kural’la dobra dobra” gibi bir başlık atardı. Bir sürü “bomba”yı döker saçardı. Biz toplumdaki şiddet kültürü üzerine konuştuğumuz için “bomba”lı ifadelerden imtina ettik. Ama konuştuklarımızın, bazıları için kolay sindirilemeyebileceğini söyleyelim en azından.

Paylaş
Başka gazete olsa “Jülide Kural’la dobra dobra” gibi bir başlık atardı. Bir sürü “bomba”yı döker saçardı. Biz toplumdaki şiddet kültürü üzerine konuştuğumuz için “bomba”lı ifadelerden imtina ettik. Ama konuştuklarımızın, bazıları için kolay sindirilemeyebileceğini söyleyelim en azından.Jülide Kural ona her mikrofon uzatıldığında ısrarla sosyalist ve feminist olduğunu söylüyor. Ben açıkçası biraz abartılı buluyordum bu vurguyu. Sanatçıların politik bir sıfattan tırım tırım kaçtığı bir zamanda belki diğerlerini de yüreklendirmek ya da kantarın “bu tarafını” kalabalık göstermek adına anlaşılır bir durum galiba. Kural’la rol aldığı son film olan “Kanımdaki Barut”ta işlenen toplumsal şiddet temasını konuşmakla başladık; sosyalist ve feminist bir sanatçı yakalamışken Kürt Açılımı ve kadın sorununu da ihmal edemezdik.“Kanımdaki Barut”ta toplum tarafından hasta edilmiş bir gencin hikayesi anlatılıyor. Toplum bireyin üzerinde bu denli etkili olabiliyor mu?Tabii ki. Sokak çocuklarıyla ilgilendim uzun bir süre, gerçekten iletişim kurmayı da çok becerebildiğimi söyleyemeyeceğim. İyi niyetli, iyi kalpli olmak önemlidir ama yeterli değil. Oradaki karanlığın içine girmeyen ne kadar empati kurmak isterse istesin bu mümkün olmuyor. Toplumun şiddeti o çocuklara farkından olarak ya da olmayarak nasıl uyguladığını ve onların da tepkilerinin yeni bir şiddet üretme boyutunda kendini yeniden nasıl ürettiğine çok tanık oldum. İletişim bile kuramayacak karanlık noktalar var. O karanlığa giremeyeceğim için doğru dürüst bir dili dahi oluşturamadım. Biz toplum olarak düşene el uzatır, mazlumun yanında durur gibi görünüyoruz ama gerçek asla böyle değil. Çarpık çurpuk yürüyen kapitalizmin kendi içindeki çelişkilerle beraber insan ilişkilerinin tamamen sanallaştığı bir ortamda şiddet daha da büyüyor. “Kanımdaki Barut”taki Barut’un yaşadığının çok gerçek olduğunu düşünüyorum. “Kanımdaki Barut”ta bir psikiyatrı oynuyorsunuz ve psikiyatr oluruk hiçbir şeyi değiştiremiyorsunuz. Bir kurtuluş gibi inandırılmaya çalışıldığımız “eğitim şart” klişesi de eleştirilmiş oluyor filmde…Filmde düşünen, anlayan ve bu durumu değiştirmek isteyen bir psikiyatrı oynuyorum. Şiddeti ortadan kaldırıp Barut’un okuması halinde kurtulacağı inancını taşıyan bir psikiyatrı. Ama sistemin kendisini değiştiremediğim ve değiştirmem mümkün olmadığı için başarılı olamıyorum. Bir tane çocuğu kurtarmakla da bu iş olamıyor maalesef. Zaten onu da kurtaramıyorsun. Sadece o yarayla daha fazla yakınlaşıp acıyı biraz daha fazla hissediyor insan.YARALARIN NEDENLERİNİ BİLMEK GEREKSize bir faydası oluyor galiba…Elbette, bana çok faydası oldu. Biz daha rahat yaşayanlar, aslında dünyayı değiştirme konusunda iyi niyetli olan insanlar farkında olmadan bir öğretmen ya da kurtarıcı tavrına girebiliyoruz. Niyeti başka türlü olsa da burada da bir iktidar üretme biçimi var aslında. Sen kendini her şeyi bilen hissettiğin için diğeri de senin yolundan gelmesi gereken oluyor. Ben de sokak çocuklarıyla ilgili çalışmada o iktidarı nasıl oluşturduğumu gördüm, bu çok fena bir şeydi, iyi ki gördüm. Ben bir konuda “bir bilen” olabilirim ama iktidar oluşturmamalı. O yaraların temeline inmek için yaraların nedenlerine inmek gerekir ve o da sistemle ilgili, bunu da bir kişi yapamaz.Peki Barut onun üzerine yazılmış senaryoyu değiştirebilir mi?Bir bütün olarak değiştirme şansı yok. İnsanlar kendi yaralarını ya da karanlık noktalarını ya iyileştiriyorlar ya da üstünü örtüyorlar. Çünkü başka seçenek yok. O yaraları –seni tekrar dürtükleyene kadar- rafa kaldırmak ve yerine bir şey koyabilmek gerekiyor herhalde. Tek başına bir birey üzerinden bunu çok mümkün görmüyorum ama insanın en büyük itkisi; var olma. Bu çok önemli; yaşamak zorundayız ve yaşamak için bazı şeyleri görmezden gelebiliriz. Bazı çocuklar da o yaşadıkları şiddet anlarını başka çocuklar yaşamasın diye o çocuklarla çalışmaya başlıyor. Benim gibi iyi niyetli ama ne yapacağını bilmeyenlerden çok daha etkili olabiliyorlar. O dünyadan gelen bir başka erkek o çocukları çok daha iyi anlıyor. Filmi çeken ve oynayan Haluk Piyes de bir biçimde o hayattan gelen biri. Özel bir sosyal sorumluluk projesinde çocuklarla çalışıyor zaten. Şiddete uğramış erkek çocuklarıyla uzun zamandır çalışmalar yapıyor, kimse de bilmiyor bunu. Çok para kazanabilir, bambaşka bir dünya kurabilir ama kendi hayatındaki birçok şeyi temize çekmek istiyor. Bence bu çok önemli ve değerli, hatta devrimci bir şey. SOSYALİST OLDUĞUMUN ALTI ÇİZİLSİN Filmden çıkıp size gelsek… Sosyalist ve feminist olmanızın altı, yayın organları tarafından biraz fazla çizilmiyor mu? Ben özellikle bunu yapıyorum çünkü gittikçe omurgasız bir yapı olduğunu düşünüyorum. Bana yapıştırılmaya çalışılan başka bir kimlik var ve bundan da çok rahatsızım; “Bilmem kimin sevgilisi” şeklinde. Sosyalist ya da feminist olmanın meşrulaşmasını, çok doğal karşılanır şeyler olmasını istiyorum. Altını çizsinler diye altını çizerek söylüyorum.Bana “Siz böyle yaptığınızda sizin gibi düşünmeyen ama sizi sevenleri dışlamıyor musunuz?” diye sormuştu Zaman Gazetesi; ben oyuncuyum, istemezse beni sevmez. Oyuncuyum ama fikrim var ve bu fikir için mücadele eden, edecek olan bir insanım. Ben her zaman bunları söyledim ama şimdi önde olduğum için çok konuşuluyor. Tanım bir kategori oluşturuyor sonuçta bunu biliyorum ama taraf olmayı da önemsiyorum. “Köşesiz” olmanın caiz olduğu bir dünyada yaşıyor olmaya bir tepki mi bu tutumunuz?Evet, köşesiz olduğunuzda herkesle, her işle ilişki kurma şansınız oluyor. Sistemin içine dahil ediliyorsunuz. “Politikadan hiç anlamam, ben Çehov oynuyorum” diyebiliyor mesela birileri. Politikadan anlamıyorsan Çehov’u nasıl oynuyorsun ki? Çehov’un kendisi politik zaten; aristokrasinin yıkılışını, gelen proletaryanın sesini veriyor… Bunu anlamıyorsan sen, çok vahim zaten durum. Sen ne yapıyorsun ki orada? Hangi dünyada yaşadığını bilmeyen sanatçı olur mu? Keşke kendimi bu şekilde ifade etmeme hiç gerek olmasa da insanlar yaptıklarımdan bunları anlayabilseler ama yaptıklarımızı izlemedikleri için bu şekilde altını çizmek gerekiyor. Halbuki 27 yıldır içinde olduğum bütün oyunlarda bu tavır vardır. Frida Kahlo’yu oynuyorum, bunu izlemiyor, sonra da “Nasıl feminist, sosyalist oluyorsun?” diyebiliyor.REİSLİK ELDEN GİDECEKFrida’ya da gelmişken bir kadın gündemi yapalım; Aile ve Sosyal Araştırmalar Müdürlüğü’nün dergisinde yayınlanan makaleye göre “Dizilerdeki kahramanların, boşanmış, eşinden ayrı yaşayan, bekar kalan, sadece çocuklarıyla yaşamını sürdüren, nikahsız yaşayan, sözüm ona kendi başına yeten veya ayakları üzerinde durabilen kişilerden oluşması, izleyici bağlamında arzu edilmeyen davranış modelleri yaratarak toplumsal yaşamı riske sokmakta” diye buyurmuşlar…Gerçekten buyurmuşlar. Buna nereden bakalım şimdi? Kadının tek başına kendi hayatını sürdürebiliyor olması zaten başlı başına ahlak dışı, potansiyel tehlike anlamına geliyor. O, bir erkeğin kolunun altına girip evinde oturması, yemek yapması, çocuk doğurması –mümkünse üç tane- gereken bi dişi varlık. Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın artık kadınların isteklerinin önüne geçmek mümkün olamayacak. Çünkü hem dünyadaki hem de Türkiye’deki kadın hareketini düşündüğümüzde –Kürt kadınlarının bu anlamda çok ciddi bir çıkışları var- kadınların hayatta onurlu bir birey olma konusundaki istekleri çok net artık. Bu makalede de kadınların varacakları hedefin net olarak anlaşılması ile ilgili bir tedirginlik var bence. Diziler en ulaşılmadık köylere dahi gidiyor; bir kadının yalnız ya da bir erkekle evlenmeden de –üstelik bunu tercih ederek- yaşayabildiğini görecek oradaki kadınlar da. O zaman tehlike oluşturuyor işte; sistem nasıl koruyacak kendisini. Evlilik bir şirket, sistem büyük şirketlere ihtiyaç duyduğu gibi aile gibi küçük şirketlere de ihtiyaç duyuyor. Sistemin en temel çekirdeği kutsal ailesi sonuçta. Sistem, kutsal ailesi ve onun reisi, erkeği adına tedirgin oluyor dizilerden. “Reislik elden gidecek” diye korkuyor ama o reislik elden gidecek. Mesele reislik de değil sonuçta; hayatı paylaşmak. İnsan biriyle beraber yaşayabiliyorsa neden evlilik istesin; toplum istediği için tabii ki.Köyde yaşayan bir kadın adına konuşmuyorum ama bağımsız çalışan ve yaşamını sürdüren bir kadın neden bir erkeğe ihtiyaç duysun. Bunun için de öncelikle ekonomik olarak ayakta durabilmek şart. Özgürlük öyle bir şey bence; keşfedildikçe büyüklüğünün farkına varılıyor. Ne kadar az olduğunu insan özgürleştikçe anlıyor. Buna bir adım atıldıkça geriye dönmek imkansız, kadın da o adımı attı. Sevişme sahneleri üzerine de bayağı tantana kopartılıyor…Herkes “Ahlak kalmadı” diye yakınıyor fakat çevremdeki herkese soruyorum; izlemeyen yok. Tekrarları bile inanılmaz rating alıyor. Ahlak çok önemli, benim hayatta en çok önemsediğim kavram. Tabii benim ahlak anlayışımın burada kastedilenle ilgisi. Bizde ahlak “Halının altındaki pislikler” demek. Aman görülmesin halının altına atılsın. Hiçbir şeyle yüzleşmiyoruz, her şeyi görmezden geliyoruz. Halbuki hayatın içinde değil mi öpüşmek, sevişmek; sonuçta o çocuklar nasıl oluyor? EN BAŞTA ŞİDDETTEN ARINMALIYIZAz daha içinden açılım geçmeyen röportaj yapacaktık. Sanki herkes barış istiyor ama her nedense bir türlü de “Gelmiyor nalet barış” durumu var şimdilerde… Ne düşünüyorsunuz içinden geçtiğimiz süreçle ilgili? Barış isteğinin bu kadar meşru bir zeminde dile getiriliyor olmasını önemsiyorum. Yıllarca barış istediğimiz için başımıza gelmeyen kalmadı. “Bunlar barış değil bölünmek istiyorlar” dendi, barış sadece bizlere ait bir sözcüktü sanki ama şimdi en azından gereken değer her kesimden geldi. Barış isteğini doğallaştırdıktan sonra, nasıl bir barış inşa edilecek? sorusu geliyor. En başta şiddetten arınarak, bu arınmanın yollarını arayarak. Görebildiğim kadarıyla bunun için de önce yüzleşmek lazım. Bunun bir sorun olduğunu konuşabilir olmalıyız ki; neye karşı nasıl bir savaş yaşadığımızı anlayabilelim. Yoksa insanlar sadece akan kanın durması ile ilgili olarak hemfikir ama bunu inşa etmemiz ayrı bir süreç. Savaştan sonra bu inşa daha da zor olacaktır. Halkların taleplerinin ve içtenliğinin etkisi büyük; politikadan, dünyadaki stratejik hesaplardan çok daha önemli bu. Kimlerin, nasıl yönlendirdiğini biliyoruz bu süreci ama bu önemli değil, önemli olan barışın inşasına katkı koymak.Kürtleri anlamak da burada çok önemli, değil mi?En başta onu yapmalıyız zaten; bunca yıldır susturulmuş bir halkı dinleyerek başlamalıyız. Dinleyebilecek kadar olgun ve sakin olmalı. Yoksa bunca hırpalanmışlıktan sonra barış inşa edilemez. Düşmanlaştırmadan, “Ah bunu istiyor” diye hemen sonuca varmadan dinlemeliyiz, kaldı ki istiyor da olabilir.
Devrim Büyükacaroğlu
ÖNCEKİ HABER

İzlemeli mi, izlememeli mi?

SONRAKİ HABER

Fiji’de darbe karşı-darbe ve (karşı-)darbe karşıtlığı -1

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa