16 Ekim 2009 00:00

ÖRGÜTLÜ BASIN

Geçen hafta, Ankara’da iki seminere katıldım. İlki, Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği ve Avrupa Birliği Komisyonu’nca 6-7 Ekim tarihlerinde ortaklaşa düzenlenen “İfade Özgürlüğü” semineriydi.

Paylaş

Geçen hafta, Ankara’da iki seminere katıldım. İlki, Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği ve Avrupa Birliği Komisyonu’nca 6-7 Ekim tarihlerinde ortaklaşa düzenlenen “İfade Özgürlüğü” semineriydi.
Seminer, Rıza Türmen’in, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 10. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları hakkındaki izahatlarıyla başladı… Ancak sonraki konu başlıkları, basın meslek örgütleri ve sendika tarafından basın ve ifade özgürlüğünü kısıtladığı iddiasıyla eleştirilen Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu maddelerini içermekle birlikte, konuşmacı akademisyenler ve hakimler bu konuları tartışmaya açmak yerine eğitimci edasıyla anlatmayı tercih ettiler. Kaldı ki, aftan yararlanarak devam ettiğim Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi derslerinde karşılaştığım özgürlükçü üsluptan çok çok uzaktı “ifade özgürlüğü” seminerinde tanık olduğum bu tarz…
Doğal olarak, seminere katılımcı olarak çağrılan gazeteciler ve insan hakları savunucuları, tek yanlı anlatımlardan rahatsız olmaya, yöneltilen soruların bürokratik yanıtlarla geçiştirilmesi dolayısıyla uğradıkları hayal kırıklığının sıkıntısını yaşamaya başladılar. Nitekim Şanar Yurdatapan, “Ben mi başka ülkede yaşıyorum acaba, yoksa siz mi?” diyerek tepkisini kibarca göstermekten kendisini alamadı.
Ben biraz daha sabırlı çıktım. İlk günü, dinlemeyi tercih ederek geçirdim...
İkinci gün sabah oturumunda yapılan dört çalıştaydan birinde, “basının kendi kendini düzenleyen organlar” oluşturması yani otokontrol ya da özdenetim mekanizmaları kurulması konusu üzerine çok çeşitli görüşler ifade edildi:
“Sivil toplum örgütleri ve meslek örgütleri, basın ve ifade özgürlüğü için çalışırken, özdenetimi de teşvik etmeliydiler”…
“Ombudsmanlık mekanizması çalışır hale getirilmeliydi. Ombudsmanlık kurumu, basın aleyhine davalar açılmasını engelleyebilir; böylece yayın organları, mahkeme masrafları için ayrılan büyük kaynakları başka alanlara kaydırabilirlerdi”…
“Medya sektörü, kendini düzenleyecek kadar kendisini iyi tanımalı, böylece devletin bu alanı düzenlemesine gerek kalmamalıydı”…
“Gazetecinin kimlik sorunu, cevap ve düzeltme hakkına uyulmaması, ceza kanunlarındaki düzenlemelere karşı medyanın ve meslek örgütlerinin gerekli tepkiyi verememesi” gibi eleştiriler…
Türkiye medyasındaki kutuplaşmanın, yandaş ve muhalif medya olarak ikiye bölünmenin, sorunlar karşısında ortak ses çıkarılmasını engellemesi… Bir kısmı yerinde, bir kısmı yetersiz bilgiden kaynaklanan tespitler…
***
Bu seminerde dile getirilen fikirlerin yerindeliği ya da eksikliği değil ama bu eleştirilere zemin hazırlayan kişilik hakkı ihlallerinin son örnekleri İstanbul’da magazin dünyasından gazete sayfalarına ve televizyon ekranlarına, oradan da evlerimizin içlerine kadar girdi. Polis bir insanı yerlerde sürüklüyor, kelepçeliyor, zor kullanıyor… Gazeteciler de bunun görüntülerini çekip yayımlıyor… Eleştiren de yayımlıyor, savunan da… Her yayımlandığında, yerlerde sürüklenen kişinin insan hakları ihlal ediliyor, manevi kişiliği çiğneniyor; aile fertleri, arkadaşları ve toplum önünde küçük düşürülüyor... Ortada, polisin kişiye karşı hangi geçerli sebebe dayanarak zor kullandığı iddiası değil; ünlü kişinin, gazetecilerin şikayeti üzerine nasıl zorla gözaltına aldırıldığı övünmesi var adeta!…
1 Mayıs gösterilerinde barış yanlısı sendikacılar ve gösterici emekçiler ile görevli gazetecilerin üzerlerine tazyikli su sıkılması, göz yaşartıcı bomba atılması, polis copları ve tekmeleri altında yerlerde sürüklenmeleri hem gazetecilerde hem de izleyenlerde itici, rahatsız edici bir etki yaratırken, ötekilerin insan hakkı ihlalinin aktörleri arasında yer almak vicdanları yaralamaz mı?
***
Sendikamızın önceki Genel Başkanlarından, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Başkanı Orhan Erinç’in demeci herkese ders verir nitelikteydi:
“Magazin gazetecilerinin görevlerini meslek ilkelerini zorlamadan yapmaları, haber kaynaklarının da konumlarının bilincinde olmaları gerektiğini anımsatmak isterim.”
***
Seminerde, tüm meslektaşlarım adına savunma içgüdüsüyle harekete geçerek sözlerime şöyle başladım:
“Biz gazeteciler ve basın meslek örgütleri olarak, medyanın, basın emekçilerinin sorunlarını, medyanın yaptığı kişilik hakkı ihlallerini çok yakından takip ediyoruz. Medyanın yaptığı bu yanlışları en çok eleştirenler de yine basının kendisi ve basın meslek örgütleridir. Kendi özeleştirisini bu kadar ağır ve sert bir dille yapan başka bir meslek grubu da yoktur. Ama biz bunu ne yasa koyucuya, ne hakim ve savcılara, ne de topluma anlatabiliyoruz. Onlar da bizi anlamak için hiç çaba harcamıyorlar.”
***
Gazeteci, içki masasındaki ünlünün görüntülerini çekmek için ter dökerken, ben anlatmayı sürdürüyordum:
“Basın suçları takip biriminde görevli bir savcı, aslında önemli bir sıkıntıya da işaret etti. Hiçbir savcının kendini tatmin etmek için soruşturma açmadığını vurguladıktan sonra, TCK 301’inci maddeden kendilerine gelen suç duyurularında kovuşturmasızlık oranının yüzde 90’lar düzeyinde olduğunu söyledi. Savcılar, mevcut yasa hükümleri karşısında kendilerine gelen şikayet üzerine gerekli soruşturmayı açmak zorunda olduklarını belirtiyorlar. Hakimler, bu kanunlara rağmen, AİHM içtihatları çerçevesinde olabildiğince geniş yorum yapmaya gayret ettiklerini söylüyorlar. O halde kanun metinlerinde bir sorun var. Kanun koyucuya sorunu aktardığınız zaman ise ‘yargı kararlarını bekleyelim, içtihatları görelim’ savunmasıyla karşılaşıyoruz. Peki kanun koyucu sadece politikacılar mı? Meclis komisyonlarında bu kanunlar konuşulurken, Adalet Bakanlığı’nda görevli hakimler, hukuk fakültelerinden akademisyenler, danışman olarak görüş bildiriyorlar… Hangi akademisyenleri, hangi bürokratları tercih ederseniz, kanun metinleri de o tercih doğrultusunda şekilleniyor. Sonra ortaya mağdur olan gazeteciler çıkıyor. Seminerin dünkü bölümünde yeni bir savunma tezi dile getirilince irkildik: Mahkemeler, hükmün uygulanmasının ertelenmesi kararları veriyorlar, böylece içtihat kararları alınmasının önüne geçiliyor. Bu, gazeteciye, ‘aynı kanun hükmünü bir kez daha ihlal etme’ yani ‘otosansür uygula’ demektir…”
ERCAN İPEKÇİ
ÖNCEKİ HABER

Altaylı hem kavgayı eleştirdi hem kavgaya çağırdı!

SONRAKİ HABER

Lisans har(a)cı durdurulsun

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...