23 Ekim 2009 00:00
Kriz ve IMF
Küresel bir aktör olan IMF, aralarında Türkiyenin de bulunduğu 45 ülke tarafından 1945te kuruldu. Bugün ise üye sayısı 183. IMF, kurulduğunda altı amaç belirlemişti.
Küresel bir aktör olan IMF, aralarında Türkiyenin de bulunduğu 45 ülke tarafından 1945te kuruldu. Bugün ise üye sayısı 183. IMF, kurulduğunda altı amaç belirlemişti. Bunlar; parasal konularda işbirliği, ticaretin serbestleştirilmesi, döviz kuru istikrarının sağlanması, döviz kontrollerinin kaldırılması, dış ödeme güçlüklerinin aşılması ve dış açıkların kapatılması idi. Günümüzde halen bu amaçlar varlığını korumakta.
Günümüzde IMFye yöneltilen en ciddi eleştiri; IMF gibi uluslararası örgütlerin merkezin istekleri doğrultusunda yönlendirilmesi ve adeta birer manipülatör olarak kullanılması Bu örgütlerin karar alma mekanizmalarındaki oy yüzdelerine bakıldığında, bu eleştirinin doğruluk payı taşıdığı söylenebilir. Merkezi temsil eden Gelişmiş 7lerin IMFdeki oy yüzdesi 45.4. Bu oran Dünya Bankası (IBRD) konu olduğunda yüzde 42.9 iken, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) olduğunda yüzde 45.1 oluyor. 183 üyeden sadece 7si ile sağlanan bu yüzdeler, bu örgütlerde merkez hegemonyasının olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla çevre ülkelerin bu örgütlerin sağladığı imkanlardan yararlanması, merkezin izlediği siyasi ve ekonomik politikalarla uyumlu politikalar izlenmesini gerektiriyor. Bu ise, maalesef küresel ortamda güç ilişkilerinin hakim olduğunun açık bir kanıtı
IMF nüfuzunu borç ilişkileriyle kuruyor. Bu bağlamda en önemli araç stand by anlaşmaları. Türkiye ilki 1961de olmak üzere IMF ile toplam 19 stand by anlaşması yapmış. IMFnin amaçları arasında sayılan dış ödeme güçlüklerinin aşılması ile alakalı olan ve esasta borç ilişkisi yaratan bu anlaşmaların en önemli özelliği şarta bağlı olması. Burada anılan şart ise; Yapısal Uyum Programları.
Her şeyden önce Yapısal Uyum Programlarındaki yapı sözüyle kastedilen serbest piyasa yapısıdır. Bu anlamda IMF kredileri, kredilerden yararlanmak isteyen ülkeye serbest piyasa uygulamalarını zımni bir biçimde dayatır. Genelde sıkı para ve maliye politikası ile kur politikası önerisinde bulunan bu programlar Ortodoks karakterlidir. Yapısal Uyum Programlarının içeriği ise şu şekilde özetlenebilir;
Ekonominin İhracata Dayalı Biçimde Örgütlenmesi: Bu sayede ihracattan sağlanan gelirin borçların itfasında kullanılması amaçlanmış olur. Ancak bu olduğunda ülke üretimi toplumsal ihtiyaçlara göre değil küresel rekabete göre belirlenir. Ayrıca ihracata dayalı ekonomi, kriz dönemlerinde kolaylıkla felç olur ve ulusal otarşi ortadan kalkar.
Yerel Endüstri, Banka ve Finans Hizmetlerinde Korumacılığının Engellenmesi: Korumacılığın kaldırılması sayesinde bu alanlara yabancı sermaye girişi kolaylaşır ve ülke içine düştüğü ödemeler krizini aşmada önemli bir kazanım sağlar.
Gümrükler ve Kotaların Kaldırılması: Bu sayede ulusal ekonomi küresel piyasalara eklemlenmiş olur. Korumacılığın engellenmesi piyasa aksaklıklarının aşılmasına hizmet eder.
Kamu Harcamalarının Azaltılması: Bütçe açıklarının kapatılmasına hizmet eden bu içerik özellikle ücretlerin baskılanmasını gerektirir. Ücretlerin baskılanması devletin sosyal güvenlik, sağlık, eğitim gibi kamusal hizmetlere yapılan harcamalardaki kesintilerle genişletilir. Devletin sosyal alandan çekilmesi çalışma hayatının esnekleşmesine hizmet eder ve taşeronlaşma artar.
Özelleştirmelere Tüm Hızıyla Devam Edilmesi: Böylelikle devletin çekilmesiyle oluşan boşluğa merkez çok uluslularının yerleşmesi sağlanmış olur.
Yapısal Uyum Programlarının yukarıda ele aldığımız içeriği, IMF tarafından stand by anlaşmalarıyla desteklenen ülkelerdeki faiz dışı fazla hedefi ile somutluk kazanır. Bu sayede IMF, çevreden merkeze kaynak aktarımını düzenleyen bir kuruma dönüşmüş olur. Faiz dışı fazla, ülkenin borçlarını ödeme kabiliyetinin göstergesidir ve faiz dışı fazlanın ülkeye sosyo-ekonomik açıdan herhangi bir faydası yoktur. Misal, Türkiye Mayıs 2009da 3.6 milyar dolara karşılık gelen faiz dışı bütçe fazlası vermiştir. Faiz ödemelerine giden bu fazlanın yarattığı herhangi bir toplumsal iyileşme var mıdır?
IMFnin gündemine gelince, bunun son altmış yılın gündemi olan kriz olduğunu görürüz. Üç yılda bir Washington dışında yapılan yıllık toplantılar serisinin bu yıl ki ev sahibi İstanbul. İstanbul yıllık toplantılara daha önce 1955te de ev sahipliği yapmış.
Biz, IMFnin mevcut yapısı ve yönetimiyle sistem içi çözümler üretebileceğini sanmıyoruz. Belki de, yanılırız. Bunu merakla bekliyoruz. İyimser olmayışımızın bir nedeni elbette ki, sahip olduğumuz karşıt dünya görüşü Ancak IMF uzmanlarının son dönemde krizle ilgili yaptığı açıklamalar da bu tutumumuzun bir parçası. Bakınız IMFnin krize dair sorumlulukları hakkında örgütün Avrupa Temsilcisi Marek Belka ne diyor: IMFye göre, istihdam seviyesinin ekonomideki canlanmaya ayak uydurması zaman alacak. Bu ise istihdam yaratmayan bir düzelme süreci yaşanması ihtimalini arttırıyor.
Açıkça anlaşılacağı üzere, krizden çıkış uzun vadede gerçekleşecek. Ancak bu olurken istihdam yaratmayan bir düzelme süreci yaşanacak. Yani kriz, işsizlikle ilgili herhangi bir sorumluluk üstlenilmeden aşılacak.
Potansiyel üretimin gördüğü hasarın onarılması açısından yapısal reformlara ağırlık verilmesi büyük önem taşıyor. Yapısal reform çağrılarımız artık neredeyse bir klişe haline gelmiş olsa da, şu anda içinde bulunduğumuz durumda yapısal reform en önemli konu durumunda. Krizin aşılmasında IMF, yapısal reformlara ağırlık verilmesini istiyor. Bu konudaki çağrıların klişe haline geldiğini kabullenen Belka, yapısal reformlara yaptığı bu atıfla örgütün krize dair sorumluluk üstlenmediğini açıklıyor. Zaten yapısal uyum programlarının içeriği de böyle bir sorumluluğun olmadığını belgeliyor.
Asyadaki talebin ABDdeki talebi telafi edecek kadar güçlü olması beklenmiyor. Bu nedenle, düzelme sürecinin sorumluluğu net bir şekilde Avrupalı tüketicilerin omuzlarında bulunuyor. Belkanın bu son açıklaması gerçekten de hayret verici. Çünkü Belka bu açıklaması ile krize dair sorumluluğu tüketicilerin üzerine atıyor. İktisadi açıdan kitle olan ve bu anlamda ortak değer yaratmada tarihin herhangi bir döneminde olduğu gibi bugün de hiçbir sorumluluk üstlenmeyen ve üstlenemeyecek olan tüketicilerin böylesine bir sorumluluğu taşıması ne kadar anlamlı, bilmiyorum.
ÖZGÜR SARAÇ Dr., DEÜ İİBF Maliye Bölümü Öğretim Üyesi