04 Kasım 2009 00:00

GÖZLEMEVİ

Eserlerinde toplumsal sorunlara öncelik tanıyan Tuncer Cücenoğlu’nun çağına tanıklık ettiği yapıtı...

Paylaş

Eserlerinde toplumsal sorunlara öncelik tanıyan Tuncer Cücenoğlu’nun çağına tanıklık ettiği yapıtı “Çıkmaz Sokak”, bu kere de İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın (İBŞT) yeni sezon oyunu olarak sahnelerdeki yerini aldı. “Bu kere de” deyip geçiyorum, çünkü yazıldığı 1980 yılından bu yana “Çıkmaz Sokak”ın dünyanın nerelerinde sahnelendiğini, aldığı ödülleri falan “tiyatro… tiyatro” dergisinde (Ağustos 2009/Sayı 204) övünerek ballandırmışım. Oyunda, baskıcı bir rejimde görev yapan işkenceci bir polisin, işkence yaptığı kadın tarafından sorgulanması anlatılmakta... Yazar, oyununda; “Şiddetin her türlüsünün, karşı şiddeti yarattığının ve çözümün gerçek demokraside aranması gerektiğinin” altını kalın mı kalın çizerken, “işkence görenin, işkenceciye işkence uygulamasının, insani bir davranış olup olmadığı” sorusuna da yanıt aramakta. Oyunun sonunda, Cücenoğlu’nun amacının işkenceye karşı etkin bir tavır geliştirecek bilincin yaratılması olduğunu savladığı kolayca kavranıyor.
Yaşı uygun olanlar bilir, komşuda 21 Nisan 1967’de “albaylar cuntası” diye bilinen darbe gerçekleşti ve cunta Yunanistan’ı 1974’e kadar, yani yedi yıl yönetti. Kıbrıs’ta Makarios’a karşı giriştikleri darbe ve bunu izleyen “barış hareketi” cuntanın sonunu getirdi getirmesine, ama cunta zaten 1973’te de kriz geçiriyordu, kendi aralarında sürtüşmeler başlamıştı; cuntanın lideri Papadopulos devrilmiş, Yunanistan’ı perde arkasından Ioanidis adında bir albay yönetmeye başlamıştı. Yönetimi sivil kadrolara devretme girişimleriyle birlikte, başbakanlığa cuntanın kukla adamı Andrutsopulos getirilmişti. Yedi yılın sonunda cunta o kadar yıprandı ki, “devirmek” bile gerekmedi, “püf” dediler kendi kendine devrildi gitti.
Yunanistan’daki cuntanın ilk yıllarında, albayların hedefinin halkın mücadelesini bastırmak ve bunun için de halkın öncüsü olan devrimcileri yok etmek olduğunu bugün artık dünyada bilmeyen yok. Devrimci örgütlenmeleri, kurumları dağıtmak için örgütlendiler, bir anlamda “devirmecilik” oynadılar. Ordularını, polislerini, gizli servislerini, muhbirlerini, her şeyi ama her şeyi bu doğrultuda düzenlediler. Tıpkı, sonradan Marmaris’te beygir ressamı olan bizim general eskisinin ve arkadaşlarının ülkemizde 12 Eylül 1980’de yaptığı cunta gibi… 12 Eylül subaylarının bu ülkede sağcı/solcu ayrımı yapmadan 650 bin kişiyi gözaltına alması; 98 bin 404 kişiyi “örgüt üyesi” olmaktan yargılaması gibi... On binlerce insanın sorgusunun çok ağır, ama çok çok ağır işkenceler altında yapılması; 171 kişinin işkenceden ölmesi gibi…
Tuncer Cücenoğlu’nun seyircisine, içinde fırtınalar yaratarak işkenceyi sorgulattığı oyununu sahneye koyan Mazlum Kiper, oldukça sağlam oyun metnini sahnelerken belli ki hayli titizlenmiş. Cücenoğlu’nun erkek ve kadın seslerinden anlatımla başlattığı oyunu, Celika’nın ve sonrasında Lilika’nın sahneye girmeleriyle; yani Celika’nın “Geldiniz mi” sorusuyla açmış. Böylece, seyircinin, oyunun 1974 yılı Atina’sında değil de herhangi bir ülkenin herhangi bir kentinde geçtiğini varsaymasını sağlamış. Yani konuyu evrenselleştirmek istemiş. O halde, keşke adları da hiç kullanmasaymış! Keşke, gerilim dozunu yükselten Angelika’nın kendisini yitirip Spanos’un üzerine yürüdüğü ve onunla boğuştuğu tabloyu kaldırmasaymış. Angelika’nın tavrını daha sert tutup, seyri daha akıcı bir oyun elde etseymiş. Gene de, tiyatro yapısına açık metnin saydam düşünce yapısını iyi kavramış; kısmen de olsa ateşli anlatışla sahneye taşımış. Taşırken yaşamı ve insanı “sahnede” nasıl estetize edebileceğini de düşünmüş. Sadece özel çerçevesi içinde eyleme uymakta kalmamış, aynı zamanda eylemin asıl karakterini belirleyip havayı yaratmış.
Gel gelelim, metnin birçok olanaklarla bezeli sözceleşmelerini pek dikkate almamış. Gösterimin sözcelenmesiyle gelişimini oyuncularına anlatmamış. Oysa gelişim, sadece diksiyon ya da jestüel ve görsel değişimlerle sınırlı değil ki! Öyle değil mi ama? Yani “sahnelemek” kavramının içinde, sözlü olan ile sözlü olmayan arasındaki alışverişin gerçekleşebileceği sözceleme durumları kurmak ve ayarlamak da gerekmiyor mu? Bence bu gereği yerine getirmemiş.
Mehmet Emin Kaplan’ın on iki sağ-sol panolardan oluşan ve ikinci bölümde stil olarak değişen, evreni simgelediğini sandığım sahne tasarımı hayli akılcı. Cücenoğlu’nun koltuk takımı, kitaplık, radyo, teyp, masa, gaz sobası, gazetelik, telefon ve yatak olarak kullanılabilecek bir divan olarak tasarladığı çevre düzenini; birer adet üçlü kanepe, koltuk, masa ve dört sandalyeden oluşturmuş. Büyük bir mobilya fabrikasında çalışan Angelika’nın evi böyle mi olmalı, orasını bilmem. Ama Lilika, Spanos’a “ben burada yatarım” diyerek üçlü kanepeyi işaret edince, gözler ister istemez Cücenoğlu’nun “yatak olarak kullanılabilecek divan”ını aramakta. Diğer taraftan, Spanos’un “Eşyalarınız çok güzel” lafı da havaya asılmakta. Masadaki plastik maşrapaysa olacak şey değil! Tavandaki ortaçağ artığı tekerlek avize ise o dekora hiç mi hiç yakışmamış.
Aysel Doğan’ın kostümleri metni yorumlar nitelikte, tamam da Angelika’nın asker botu, t-shirt, haki pantolon giymesi; silahını, omzuna asılı kılıf içinde taşıması koşul mu? Bence hiç değil! Zilkifli Özdemir ise ışığın hangi geçici ya da kalıcı olguların algılanmasını gerektirdiğini iyi değerlendirmemiş. Özellikle birinci perdede anlamayı kolaylaştırmıyor, aksine zorlaştırıyor. Nesneler de iyi kontrastlaşmamış.
Oyuncular, Mazlum Kiper’in istekleri doğrultusunda kolları sıvamışlar, ama Aslı Narcı özellikle ikinci perdede zayıf kalıyor. Spanos karşısında duygularını yönetemiyor, onları okutamıyor. Hele hele, Angelika Spanos’a işkence yaparken, Lilika Spanos’a tutkun mudur, aşık mıdır; yoksa sadece insancıl duygularla ona acımakta mıdır, anlaşılmıyor. Spanos ile ikili ve yakın tablolarda, hatta Spanos tarafından okşanırken sanki zevk bile alıyor. Anasının ölümüne neden olan, ablasını işkenceden geçiren, ufacık bir kız çocuğuyken kendisini tokatlayan işkenceciye, Lilika öylesine sevecen bakabilir mi ayol?! Narcı’nın ruhsal durumu yakalayamamasının nedenleri içinde, onun coşku ve duyu belleğini geliştirtememiş Mazlum Kiper’in de suçu var elbette.
Erhan Özçelik, Spanos’u eve ilk gelişinde ağzını çarpıtarak neden sarhoş tipine büründürüyor acaba? Angelika, bacağına “basit” bir tekme atınca kendini yerlere atıp neden bir avaza bağırıyor? Bunları bilemiyorum. Ama söyleyeceğim şu ki; Spanos’u parçalardan oluşturmuyor. Parçalardan oluşturmadığı için sonuçta bir bütünlük yanılsaması yaratamıyor. Doğalcı oyunculuktaki psikolojik ve davranışsal işaretleri seyirciye iletemiyor.
Hümay Güldağ, devinim ve diksiyon egemenliğini sağlamış sağlamasına da, eylemlerine anlam katacak sözceleme durumlarını tasarlamamış. Örneğin; “Bu iş olucak (‘olacak’ olarak söylemesi gerek, ‘olucak’ diyor). Bu hesap sorulacak” repliği öyle yumuşak söylenmez! Angelika, Spanos ile muhabbet etmiyor ki, “Kes artık” böylesine bağırılmadan fısıldansın! Kısacası, Angelika benim sevdiğim oyunculardan Hümay Güldağ’ın yorumu gibi olmamalı, daha sert tanımlanmalı diyeceğim. Angelika’nın duygulanımları Güldağ’ın oyunculuk biçemi içinde kodlanmalı, listelenmeli, kategorize edilmeli. Oysa Hümay Güldağ, belli bir devinim ya da tavır yardımıyla coşkuları kodlamayı kendi başına, yardım almaksızın da becerebilecek bir oyuncu. Neden olmamış, içinden çıkamadım!
Değerli okurlar, “Çıkmaz Sokak”ı görün. Görün ve 12 Eylül 1980 döneminde onca insana işkence eden ve bir türlü ölemeyen General Evren’e, işkence görenlerce bırakın işkence edilmesini, simgesel olarak dahi olsa yargı önüne çıkmasını dahi engellemeyi kendilerine iş edinenleri benimle birlikte lanetleyin; böylelikle, içinizde süregelen işkenceye bir an dahi olsa son verin!..
ÜSTÜN AKMEN
ÖNCEKİ HABER

Sorumluluk aşısı gerek

SONRAKİ HABER

Antalya Piyano Festivali başlıyor…

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...