08 Kasım 2009 00:00

DERYA DURMAZ:Burada tehlike olan orada günlük hayat

Derya Durmaz, sosyal projeciliğin vücut bulmuş hali adeta. Neden diye sorarsanız; kendisi Birleşik Oyuncular Meslek Grubu’nun (BİROY) geçici yönetim kurulunda.

Paylaş
Derya Durmaz, sosyal projeciliğin vücut bulmuş hali adeta. Neden diye sorarsanız; kendisi Birleşik Oyuncular Meslek Grubu’nun (BİROY) geçici yönetim kurulunda. “Setler Tuzla olmasın” diye yola çıkan ve oyuncuların telif hakları ve sosyal güvenceleri için çalışan BİROY’un kuruluşu, bakanlık tarafından taze onaylandı. Durmaz, bunun yanı sıra sekiz senedir mültecilerle ilgili sosyal çalışmalar sürdürüyor. Hatta Reis Çelik’in “Mülteci” filminde oynamışlığı var. Dahası da var; Atinalı Persona Tiyatrosu’nda Yunan-Türk ortaklaşa bir oyunda rol alıyor. Oyun, insanlığın aymazlığıyla yok olan dünyayı konu alıyor. Bu hafta sonu vizyona giren “İncir Çekirdeği” filmi ise Batman’da yaşanan gerçek bir hikayeden etkilenerek senaryosu kaleme alınan, Doğu’daki kadın intiharlarını merkeze alan bir kadın filmi. Durmaz, filmde bir çocuğu mayına basarak diğeri de intihar ederek ölen bahtsız bir Doğulu kadını canlandırıyor. Gördüğünüz gibi, Derya Durmaz konusunda haksız değilim. Derya Durmaz’la memleketin ve kadınların pür mealini konuşmak boynumuzun borcuydu anlayacağınız. Röportajın yarısında uçan ses kaydının üzerine yarısını deşifre ettiğim söyleşinin yazı dosyası da kaybolunca, bu dijital felaketlerin beni yıldırabileceğini düşünenler yanılmıştı. Buyurun kanıtı aşağıda!..İnsan hakları ve kadın sorunu ile ilgili duyarlılığınızın bir payı var mı ‘İncir Çekirdeği’nde yer almanızda?Bu senaryo bana Türkiye’yi baştan başa dolaşan insan hakları treni kampanyasının bir parçası olduğum zaman gelmişti. Hatta tam geldiği sırada Güneydoğu tarafındaydık. Her gün bir garda, o şehrin insanlarıyla bir araya gelip sohbet ediyorduk. Her yaştan, cinsiyetten, eğitim durumundan karma insan gruplarıyla onların ve hepimizin içinde bulunduğu durumu, insan hakları bağlamında yaşamımızı değerlendiriyorduk. HERKESİN HAYATI KENDİNE NORMALLEŞİYORNe tür sonuçlar çıkarmıştınız bu gezmelerden?Sürpriz bir sonuçla karşılaşmaya dönük değildi zaten… İnsan haklarıyla ilgili bir programdan aldığımız egzersizlerle yaptık bu sohbetleri. Bir sürü ülkede uygulanan bir modeli uyarladım. Her gittiğim yerde gazetelerden seçilmiş, olumlu ya da olumsuz insan haklarını çağrıştıracak 25 kadar fotoğraf vardı elimde. Görsellik düşünceyi hızla harekete geçirdiğinden, fotoğrafların zihnimizde hızla uyandırdığı düşünceleri konuşma üzerine kuruluydu. Bunu yaparken amaç tabii her katılımcının insan hakları konusunda bilinçlenmesiydi. Haklarımızı bilmemiz de önemli, çünkü peşine düşemediğimiz haklarımız var. Tabii “sorunların olduğu yerlerde insanlar haklarını bilirse her şey çözülecek, her yer güllük gülistanlık olacak” değil ama bu da bir parçası işin. Herkes birbirinden bir şeyler öğrendi bu sohbetlerde, biz de bir araya geldiğimiz insanlar da... Güzel olan bu. Orada karşılaştığım bir sürü şey üzerinden “umut-umutsuzluk” üst başlığına dair fikirler geliştirmiştim. İnsanlar sürekli acılar içinde yaşıyor gibi düşünüyoruz. Elbette yalan değil, büyük acılar var ama herkesin içinde yaşadığı hayat kendine normalleşiyor aslında. Artık sorunları sorun olarak görmemek gibi mi?Bir söyleşide insan haklarının faklı boyutları üzerine konuşurken, bir bey şöyle bir soru sormuştu: “Siz Batı’dan, İstanbul’dan geldiniz. -Size de kendinizi kötü hissettirmek istemiyorum ama- buraya gelirken anneniz, babanız, aileniz, arkadaşlarınız ‘Aman yavrum dikkat et, oralar çok tehlikeli, ya başına bir şey gelirse…’ dedi mi? İşte o bizim günlük hayatımız...” Bir uçurum var arada gerçekten. Benim için en büyük kazanım bu tip insanlarla karşılaşmak oldu. Burada “tehlike” olan orada günlük hayat haline geliyor. Her gün “Ben bugün can güvenliği sorunu yaşayacağım” demiyor insan. Alışılıyor mutlaka ama öte taraftan, bu gerçekliği bilincinin arkasına ne kadar atabilir ki insan? Bombalar patlıyor, bir sürü şey oluyor. ORAYA BAŞKA DAVRANMAK BÖLÜCÜLÜKBatı’dan bakınca oranın normalleşmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu normalleşmede ‘normal’ biraz bizim normalimiz olmuyor mu? Yani Batı’nın normali… Ölçünün bizim normalimiz olması ne kadar gerçekçi?Çok haklısınız. Amerika’nın Ortadoğu’ya demokrasi getireceğim demesi ne kadar komikse, Batı’dan Doğu’ya insan hakları götürüyoruz demek de o kadar komik. Ama ortada sistem ve devlet sorumluluğu diye bir şey var. Bir devlet varsa, bu insanlar için varsa, yapının her yerde aynı sorumlulukla yaklaşması lazım. Bir hukuk devleti olduğumuzu Batı’da ne kadar hissediyoruz o ayrı konu da, en azından buradaki kadar olacak orada da. Bir eşitlenme sağlanacak, ancak ondan sonra oranın normali, kendi şekillenmesi içerisinde olacak. Devlet Doğu’da sorunları çözememekten dolayı başarısız olmanın ötesinde, sorunun da kendisi değil mi çoğu zaman?Tabii. İnsan haklarını 10 yıl öncesine göre biraz daha sindirdik gibi. Evet, artık bazı şeylerin farkındayız. Orada da yerel baro örgütlenmeleriyle falan bir şeyleri zorluyorlar. Zorlamadan olmuyor zaten. Dediğiniz gibi, sorunun kendisi olan bir yapı varsa eğer, bununla dört koldan mücadele etmek gerekiyor. Sivil örgütlenme de böyle bir şey zaten. “Bölünmez bütün” söyleminiz varsa, o bütüne buradan bakmanız gerekir. Bizim buradakiler olarak da oradakilerin hakkını talep etmemiz lazım. Buraya başka bir ayrıcalık verip oraya başka davranmak da bölücülük aslında. SESİNİ ÇIKARAMAMAK SESSİZ BAŞKALDIRIYA DÖNÜŞÜYOR‘Doğu’da sorunlar çok ve dolayısıyla intihar çok’ dediğimizde eksik söylemiş olmuyor muyuz? Batı da güllük gülistanlık değil sonuçta… Neden intihar Doğu’da her an el altında bir seçenek gibi duruyor?Mesela Pippa Bacca’nın ailesi, kızları vahşice tecavüz edildikten sonra öldürülen bir aile. Can dayanmayacak korkunç bir acı. Ya da bir intihar bombacısı tarafından yapılan eylemde çocuğunu kaybetmiş İsrailli barışçıl bir aile... Genel böyle olmamakla beraber bazıları var ki acıyı dönüştürüyor. Pippa Bacca’nın ailesi gibi... Öfkeyi tırmandırmamak, kendi acılarıyla barışçıl bir biçimde baş edebilmek adına barış kampanyaları düzenliyorlar. Karşı tarafı suçlamak yerine, İsrailli aile “Bakın devletlerin yarattığı bir sorun var, savaş çözüm değil, barışmalıyız, daha çok çocuk kaybetmemeliyiz” diyor. Bir şekilde hayatta kalmak için bu acıları dönüştürmek gerekiyor. Ama bu tip imkanlara, bunları ifade edebileceğiniz ortamlara sahip olmak diye bir sorun söz konusu. Acıları açıklıkla konuşabilmek, üstesinden gelebilmek için şart yani...Evet... Bunu yapmaya çalıştığında tuhaf karşılanmayacak bir zemin üzerinde olabilmen lazım. Ben sosyolog ya da psikolog değilim ama, kendi adıma biraz anlayabildiğim şey şu; sanırım bu tip dönüştürebilme araçlarına sahip olamamak, intihar oranlarının farkını yaratıyor. Sesini çıkaramamak, sessiz bir başkaldırıya dönüşüyor böylece. Filmde iki sevgilinin mayın sonucu ölümü var. Mayınların ortalıkta başıboş bulunmasının sebebi olan savaş, intiharların neresinde?Bence zemin bu zaten. Ailenin büyük halası “Eee canım mayını o mu döşedi oraya?” der bir yerde. Burada da bir sıkışmışlık var. Bir yandan kabul etmek istiyor bu gerçeği. Kendimizi koyalım yerine; onu kabul et bunu kabul et de, nereye kadar? Yaşadığı yerin mayınla döşeli olduğunu neden kabul etmek zorunda olsun ki bir insan? Ama etmeyip ne yapsın? İşte böyle sıkışıp kalıyoruz...ORADAKİ ERKEĞİN DÜNYASI DA HİÇ İÇ AÇICI DEĞİLBir kız çocuğunun doğduğunu görüyoruz finalde. O çocuğu nasıl bir gelecek bekliyor?Filmde ufak didişmeler olsa da birbirini kollayan ve iyi geçinen kadınlar var. Hem hemcinsini aynı sorunlara maruz kaldığı için kollaması, hem de Cemile karakterinin doğacak torununun erkek olacağına inanmak istemesi var. O konumdaki bir kadının erkek torun istemesinin altında, kadın olup bu sorunları yaşamasın derdi var. Ama bir kadın dünyaya geldiğinde de onu tutuyor ve kolluyor.Ama böyle derken de erkeklerin sorunlarını hafife almamak lazım. Oradaki erkek karakterin dünyası da hiç iç açıcı değil. Kadın filmi derken “hayat bir tek kadınlara zor” demiyor film.Sizin için nasıl tecrübe oldu; kadın bir senarist ve aynı kadının yönettiği bir kadın hikayesinde yer almak?Çok önemli bunlar benim için. Çünkü bu sene Altın Portakal’da da çok net gördüğümüz bir şey oldu. 16 film yarışıyordu ve “En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kime vereceğimizi bilmiyoruz, çünkü hepsi erkek hikayeleri” diye konuşuluyordu kulislerde, yarışmanın son günlerine kadar. Bunun bir ölçü olarak konması da şahane değil mi?Evet, demek bu artık fark ediliyor. Fark etmek hayatta çok önemli bir eşik noktası. Fark ederseniz üzerine düşünürsünüz ve belki çözüm üretmeye başlarsınız.
BİR BÜTÜNÜN PARÇASIYIZAtina’daki Persona Tiyatrosu’yla Yunan yönetmenin yönettiği, Teoman Kumbaracıbaşı ile beraber rol aldığınız ‘Ve Tanrı Dedi Ki’ oyununu çıkardınız. Dünyayı yok ediyormuşsunuz oyunda, kıyamet geliyormuş... Evet, ama ondan sonra tipik öğretiden şaşmıyoruz; hayatta kalan insan var yine, dünya yok olmuyor ama aklını başına devşirmeyen insan evlatları, dünyayı bir daha bir daha yok ediyor. İnsanların çevreyi katletmesi, savaşlar vs. bir altyapı içerisinde bir kadın ve bir adamdan yola çıkıyor oyun. Dünya yok olmuş, bu kadın ve adam hafızalarını ve geçmişlerini de yitirmiş... Adem ve Havva’ya geri dönüş yani...Bir yerde evet... Bu Adem ve Havva sıcak yuvalarında tatlı tatlı yaşarken, dünyalarını yitirip birbirlerini kaybedene kadar dışarıda olup biten umurlarında değilmiş. Kurtula kurtula bunlar kurtulmuş yani...Evet, bu şuursuzlar kurtulmuş. O şuursuzlara soruyoruz; peki bir ders aldınız mı bu kadar umursamamaktan? Şuna takmış vaziyetteyim; biz dünyalılar bir bütünün parçasıyız, o bütünden kendini soyutlamak uzun vadede bir yalan. Bir şekilde bir başkası acı çekerken sonsuz mutluluk yaşamak mümkün değil. Dünyayı güvenilir ve barış içinde kılmazsanız herkesin başına bir şeyler gelir. Amerikalıların bile... İkiz Kuleler’de gördük. Oyun, ocakta Tahran’da sahnelenecek, sonra da Amerika’ya gitmek istiyoruz. İki kutba da yani, anlamlı olacağını düşünüyoruz bunun...
SINIRLARI AŞMAK HÂL TEK YÖNLÜMültecilerle ilgili çalışmalarınız var, hatta ‘Mülteci’ isimli sinema filminde oynamışlığınız da... Çalışmalarınız sürüyor mu?Sekiz yıldır böyle şeylerle ilgili çalışıyorum. Buradan Amerika’ya yerleşecek mültecilerin kültürel oryantasyon eğitimlerinde eğitmen olarak görev yapmıştım. Mülteci ve göçmenlerle ilgilenen polis birimine mülteci hakları, insan hakları üzerine eğitim verdim. Sorunlu bir durum var. Uluslararası anlamda bir iltica sistemi var; insanlar bir ülkeye kaçıyor, orada sığınma talep ediyor ve onların mülteci olup olmadıkları saptanıyor. Ekonomik nedenlerden dolayı başka yerde yaşamak isteyen göçmen midir bunlar, yoksa kendi ülkesinde çeşitli nedenlerle can güvenliği olamayan mülteci midir?Hak etmesi gerekiyor mülteci olmayı yani...Evet, o da çok acıklı bir durum; hak etmiyorsa canı cehenneme oluyor çünkü. Hak etmiyorsa ‘Umuda yolculuk bilmem nerede son buldu’ haberi oluyor değil mi? Yapımı bedavaya getirilmiş bir reality şov var sanki ortada...Sadece Türkiye’de değil dünyada mesele olan şey şu; uluslararası toplum bir araya gelmiş ve bir iltica sistemi oluşturmuş -ki bu da 11 Eylül’den sonra çok zayıfladı- ama geride kalan milyonlarca insanı görmezden geliyor dünya. Peki senin kaynaklarını sömürdüğün için fakir kalmış, gelişememiş ülkelerin insanlarının hayatta kalma çabası ile ilgili neden bir sorumluluğu yok dünyanın? Dünya küreselleşti ama insanın sınırları aşması hâlâ tek yönlü işliyor. Batılı ülke vatandaşları her yere gidebiliyor ama sen Srilankalı, Pakistanlı isen çok zor, Türk için bile hiç kolay değil. Öyle bir küreselleşme yani...
Devrim Büyükacaroğlu
ÖNCEKİ HABER

Ekim Devrimi’nin zaferi ve sosyalizm inşasının başarısı

SONRAKİ HABER

Dünyanın Kalbi ve Germinal

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa