02 Aralık 2009 00:00

UZUN MESAFE

Yaklaşık on yıl kadar önce Aydın İncirliova’da bir hekim yargılandı. Suçu işkence gördüğünü tespit ettiği mağdurlara şikayetçi olma hakları olduğunu söylemekti.

Paylaş

Yaklaşık on yıl kadar önce Aydın İncirliova’da bir hekim yargılandı. Suçu işkence gördüğünü tespit ettiği mağdurlara şikayetçi olma hakları olduğunu söylemekti. Evet yanlış duymadınız; yaşam hakkı üzerinden mutlak yasaklanmış işkence mevzuunda önlüğünün beyazını kirletmediği için yargılandı ve beraat etti o hekim. Dışarıda ise kalabalık ve organize bir grup, hani sıklıkla resmi ağızlarda “vatandaş” olarak tanımlanan cinsten, haykırıyordu: “Türkiye sizinle gurur duyuyor”. Kiminle mi? İşkenceciler ile elbet!
1998 baharında bir başka mahkeme süreci daha yaşandı Aydın’da. İşte o mahkemede kamuoyunda ‘Baki Erdoğan davası’ olarak anılan süreçte belki de Türkiye’de ilk kez işkence ile ölüme sebebiyetten polisler ceza aldılar. Peki sonrasında ne mi oldu? Mahkeme başlamadan salona yerleşmiş sivil kıyafetli ve bir kısmı silahlı polis karar tam okunmadan harekete geçti ve gazeteciler ile diğer izleyicileri darp etmekle kalmayıp dışarıdaki arkadaşlarınca oluşturulan linç ortamına attılar; öyle ki mağdurlardan bağırsağı delinenler dahi oldu. Ama daha da önemlisi savcı, hakim, avukatlar ve B. Erdoğan’ın babası mahkeme salonunda rehin kaldılar. Sonrasında savcının sözü ülkede resmi linç kültürünün geldiği aşamayı adeta tarihe not düşüyordu: “Aydın’da güvenli tek yer valinin evinin bahçesi, sizi oraya bırakacağım.” Evet yanlış duymadınız, vali konağı değil valinin özel konutunun bahçesine bırakıldı mahkeme salonunda mahsur kalanlar. Hangi saat mi; öncesinde sokaklarında yeniçerilerin değil devletin resmi polislerinin gösteri yapıp dava süreci ile ilişkisiz avukatlık bürolarına dahi zarar verdiği günün ikindi vakti.
Bildiğim kadarı ile ne İncirliova’daki lince müsait nümayişçiler, ne de Aydın’daki dönemin resmi linç kültürünün kahramanları yargılanamadılar. Ve geldik bugünlere!
Yakın tanıklığımda gelişen bu iki öyküyü yıllar sonrasında bir arada anmamın temel nedeni geçen haftalarda başlayıp hala dinmeyen İzmir eksenli “profaşist faaliyet” tartışmaları ve kimi kentlerdeki “vatandaş reaksiyonu” olarak resmileştirilen linç kültürü. Nedenine gelince:
- Aydın İncirliova’da yargılanan o hekim İzmirliydi.
- Hem İncirliova’daki hem de Aydın’daki işkence davalarında dönemin İzmir Tabip Odası kurumsal olarak yer almıştı.
- Baki Erdoğan davasında işkence ile ölümün kanıtlanmasında kullanılan “alternatif adli raporu” İzmir Tabip Odası Muayene Rapor Komisyonu düzenlemişti.
- Sonrasında dönemin İzmir Barosunda yüzlerce avukatın katılımı ile İşkenceyi Önleme Grubu kurulmuştu.
İşte o İzmir şimdilerde linççisinden Türkçü Buduncusuna “profaşist” odaklar üzerinden de anılıyor. Ama unutmayalım ki bir kent nasıl anılırsa bir anlamda öyle evirilir. İzmir’in emek ve demokrasi mücadelesindeki direngenliğini de en az profaşist odakların cesaretlendirilmiş potansiyel tehditleri kadar hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor. Öyle değil mi?

...

Ben de aşı oldum

Kendimi bir hekim olarak manşete taşıyacağım hiç aklıma gelmezdi. Ama oldu işte: Ben üç hafta önce domuz gribi aşımı oldum!
Tahmin edileceği üzere domuz gribi aşısı konusunda çokça görüş isteyen oldu. Baştan uzun uzun anlatıyordum ama son iki haftadır tarz değiştirdim. Telefon görüşmelerimin seyrine gelince:
- Doktorum, domuz gribi hakkında ne düşünüyorsun?
- Ben aşımı oldum.
- Yani biz de olalım mı?
- Ben çocuklarımın da aşı olması yönünde okula dilekçe verdim.
- Biz de olalım mı, ne dersiniz?
Şimdi kimi okurlarımın da aynı soruyu mırıldandığını duyar gibiyim!

...

Çocukluğumun İzmir’i

Çocukluğumun İzmir’inden aklımda kalan mahallemin kutsallarını yeniden hatırladım yakın zamanlardaki bir toplantıda. O yıllarda göbek hizası diye bir mevhum vardı. Baş örtülüsünden feracelisine yaşlı teyzeler bize yük taşımanın adabını sokakta öğretmişlerdi. Çoğunluğu Balkan kökenli göçmenlerden oluşan mahalle sakinlerine göre üç şey göbek altında taşınmamalıydı: ekmek, bayrak ve kutsal kitaplar. Yani emek, inanç ve bayrağın taşıdığı değerler bütünü.
O yıllarda karpuz kabuğu, ekmek ve darı koçanı çöpe değil duvar üstüne bırakılırdı. Cam önlerinin ise fesleğen ve cam güzeliydi tercihi. Kapı önleri her daim temiz olurdu. Yani yeterince temiz ve çevreciydi İzmir’in mahallelileri.
Ya şimdi?
Ekmek yani emek aynı oranda yüce değer mi?
Ya bayrak? Taşınıyor mu yoksa ötekine sallamak için yedekte mi tutuluyor?
Ve Atatürk! İzmir Yeşildere’de ülkenin en büyük maskı kentin en yoksul evlerinin üzerine inşa edildi. Beş yaşındaki oğlum “baba Atatürk bu evlerin penceresini neden kapatmış” diye sorarken çocukluğumun İzmir’ini bir kez daha hatırladım.
Maskı inşa eden belediye için yıkılan, kapatılan evler sahi ne anlama geliyor? Sahi kentte göbek altı kalmak böyle bir şey mi?
DR.ZEKİ GÜL
ÖNCEKİ HABER

Bienaller neyle yaşar?

SONRAKİ HABER

Mekteb-i Mülkiye 150’inci yılını kutluyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa