09 Aralık 2009 00:00

GÖZLEMEVİ

Oyun Atölyesi yeni sezona perdelerini görsel ve işitsel bir şölen olan “7” başlıklı bir Shakespeare müzikali ile açtı.

Paylaş

Oyun Atölyesi yeni sezona perdelerini görsel ve işitsel bir şölen olan “7” başlıklı bir Shakespeare müzikali ile açtı. Kemal Aydoğan, Talat Sait Halman’ın, Sabahattin Eyüboğlu’nun, Sevgi Sanlı’nın, Zeynep Avcı’nın, Bülent Bozkurt’un, İrfan Şahinbaş’ın, Can Yücel’in ve Haluk Bilginer’in çevirdikleri tüm Shakespeare oyunlarından ve sonelerinden ayrıntılı bir sınıflamayla Shakespeare müzikali oluşturmuş. Müzikalin “7” olan başlığı ise bir erkeğin yaşarken geçirdiği yedi evreden gelmekte. Bunlar (sırasıyla) bebeklik, okul çağı, gençlik (alt başlıkları “aşk” ve “cinsellik”), askerlik, orta yaş, yaşlılık ve ölüm.
İşin hem ilginç, hem övülecek, hem de (Türk tiyatrosu adına) övünülecek yanı, Kemal Aydoğan’ın bir Shakespeare varyasyonu yapmamış olması. Aydoğan, gerçekten dört başı mamur, yenilikçi (innovative), belli yönleriyle dünyada bir ilk olarak tanımlanabilecek özgün bir müzikal yapmış. Aydoğan, Shakespeare’i ilk kez eğlenceli, hayli bıçkın, bir yanıyla saf, diğer yanıyla uyanık, esprili, yani içimizden biri, yani tabulaşmamış, efsaneleşmemiş biri olarak karşımıza çıkarmış. Kendi sözleri, kendi dizeleriyle…
İlk perdenin daha ilk bölümünde Soykarılar: “Hey oğul güzel oğul. / Avucunda tuttuğun saat, ecele akar… “ deyiverince her yaştan izleyiciyi bilemem, ama kendimin taaa doğduğum andan itibaren ecele aktığımı duyumsadım. Bunca yıldır ayakta kalma savaşımımı nefretle andım. Patronlarım, timsah gözyaşı tüketen dostlarım, düşmanlarım, ayağımın altına karpuz kabuğu koyanlarım aklımdan bir bir geçti. Yıllardır (10 Kasımlar da dahil) gerçekleşen birçok meclis görüşmesinde, ülkenin kaynakları özelleştirme adıyla peşkeş çekilirken, eğitim ve sağlık başta olmak üzere, işçi ve emekçilerin hakları gasp edilirken, sıra Kürt sorununa geldiğinde Atatürk’e ve Atatürk’ü anma zırhının arkasına saklananları, böylece çeyrek yüzyıldır bu ülkede yaşanan (iç) savaşı durdurmayanları, ölü sevicileri andım. Yahu, kolumuzdaki saat, tik tak tik tak ecele akıyor, neden girmezsiniz ki barışın koluna? Savaşa ve şiddete bütçe ayrılırken; ABD ve Avrupa Birliği’nin buyrukları, uluslararası sermayenin istek ve dayatmaları birer birer yasal hale getirilirken, birlikte hareket edenleri sessiz sedasız izleyen ya da oy vererek yasa yaptıranların kolunda saat yok mu, onların saatleri ecele akmaz mı, meraklandım.
Shakespeare, müzikalin bir yerinde Oyuncu’nun ağzından: “Seni kahpenin dölü… / Beş para etmez alçak seni. / Şimdi seni ayağımın altında çamur gibi ezer, / Kenef duvarına sıva yaparım. / Seni adi alçak seni rezil / Çanak yalayıcı leş kargası / Aşağılık herif seni… / Seni korkak tırsak orospu çocuğu / Züppe haysiyetsiz sefil seni… / Çıkarı için anasını satacak / Sahtekar müsveddesi pezevenk seni. / Seni kancıkoğlu kancık. / Bu saydıklarımın tek harfini bile inkar edecek olursan / Seni ayaklarımın altına alır / Ciyak ciyak bağırtırım” diye söylenerek sinirlendi; sonra ikinci perdedeki 7. bölümde: “Ve son sahne; / Bu garip olaylar zincirinin son halkası; / İkinci çocukluk. / Tam bir boşluk... / Göz yok, diş yok, tat yok, hiçbir şey yok,” diye inledi. Soytarının erkeği olan ve müzikalde “Soykarılar” olarak adlandırılan hanımlar, birinci perdenin sonunda: “Adam almış dünyayı iki bacağının arasına. / Tepemizde dikiliyor. / Biz sefiller de, / O bacakların arasında dolanıyoruz, / Mezarlarımıza kavuşmak için,” diye çığrışırlarken, salondaki aşağılık duygusu olan, bu toplumda insan olarak değil “erkek” olarak yetiştirilmiş tüm erkekler inanıyorum ki utandı.
7’den 80’e akan herhangi bir erkeğin ömrünün öyküsü olan “7”nin müziklerini yapan Tolga Çebi’yi; tiyatrodan, insanın duygularını, düşüncelerini seslerle anlatma olanağını yaratan “dil”i iyi bilmesiyle tanırım. Bu kere de, müziği ve Kemal Aydoğan’ın kolajını birbirini tamamlayan iki eşit güç ve bütünleşik (Sözcüğü birbiriyle bağlantılı duruma getiren, tümleşik anlamında kullanıyorum) bir biçim içinde harmanlamış. Rock’ı da, alaturkayı da, cazı da, Rap’i de bir potada kaynatan ve kulaklarda eriten Tolga Çebi’nin müziği, hiç kuşkum yok ki gösterim içinde bütünüyle “biricik” konumlardan birine sahip çıkmış. Hani Wagner: “… öteki sanatların bu şu anlama gelir dedikleri yerde, müzik bu vardır der” diye buyurmuş ya, işte aynen öyle! Dekor, kostüm, Oyuncu’nun ve Soykarılar’ın göstergeleri belirli bir hedefe göndermede bulunurken, Tayfun Çebi’nin müziği tam da istenildiği gibi nesne tanıtmış. Oyuna hizmet katmış, atmosfer yaratmış, açıklamış, belirginleştirmiş; yer yer laytmotife dönüşürken, bu anlar sırasında seyirci/dinleyicinin durum saptaması yapmasını sağlamış. Diğer taraftan Tolga Çebi, Aziz Şahin, Uğur Akyürek, Atakan Kundak, Çağdaş Özmen, Kerem Kırca, Ufuk Kaan İçli, Volkan Kırımlıoğlu, Baha Yetkin ile birlikte kusursuza çok yakın bir orkestrasyon yapmış. Hareket düzenlemelerini yapan Gizem Erdem adım tasarımcılığında, özellikle Soykarılar’ın hareketlerini belirlemesinde müziğe uygun danslar kurgulamış; yapısı, adım düzenleri ve bu adımlara bağlı olarak sağladığı hareket akışı itibariyle avuç dolusu alkışa hak kazanmış.
Çevirilere elbette söz söyleme yetkim yok, zira çevirmenlerin tümü bu ülkenin en iyi çevirmenleri arasında sayılan adlar. Kemal Aydoğan ise, yönetirken dilsel olarak çok temiz metnin ussal olarak hem ayrıntıda, hem bütün olarak anlanmasını sağlamış. Estetiğinden zevk alınan bir bütün yaratmış. Seyircinin anlamlandırmasına ve algılamasına, Shakespeare’in gösterimin içindeki bağlarına açık bölgeden bakmış, seyircinin Shakespear’e zincirlenmesini sağlamış. Shakespeare’in söylediklerini sürekli evrim içinde tutmuş ve bu evrim sürecinin değişik katmanlarının sınırlarını açık bırakmış.
Sahne Tasarımı (Oyun Atölyesi terminolojisine göre hem dekor, hem de kostüm tasarımları) Genç Tasarımcı Bengi Günay’ın imzasını taşımakta. Günay’ın giysileri, özel ve fizik kişilikleriyle kılığına ve bedenine büründükleri rol kişilerine (Oyuncu’nun geçirdiği evrelerdeki küçük (ceketi çıkarıp “gilet” giymek gibi) kostüm eklemeleriyle (Soykarılar’ın renkli külot giymeleri, sutyen takmaları gibi) doğal bir taşıyıcı oluşturmuş. Bengi Günay’ın giysilerinde anlayamadığım, asker yeleğinin arkasındaki “US” logosu! Nedir? Savaşların “Made in America” patentli olduğu vurgulanmak isteniyorsa, ben asker simgesini erkeğin “maçoluğu” olarak algılarken yanıldım mı acaba?
Diğer taraftan, Bengi Günay’ın Oyun Atölyesi’nin mütevazı sahnesini müzikal bahçesine dönüştüren dekor tasarımına laf edersem vallahi çarpılırım. Sınırlı sahne olanakları dahilindeki üç farklı yükseklikte platformla hem sekiz müzisyene ve enstrümanlarına yer açmak, hem de oyunculara fevkalade rahat hareket edebilecekleri bir saha yaratmak kolay olmasa gerek! İrfan Varlı’nın, özellikle her bölümü yorumlayan “gobo”ları ve bir olgunun usçul olarak anlaşılmasına, dinlenmesine kolaylıklar getiren ışığı da gayet iyi.
Soytarı, dansçı, koro, oyuncu işlevlerini gören Soykarılar’da Evrim Alasya, Selen Öztürk, Zeynep Alkaya, Tuğçe Karaoğlan’ın hepsi birbirinden daha başarılı. Hepsi, sanki birbirleriyle yarış edercesine başarıyı başlarına taç yapıyorlar. Aralarından Karaoğlan’ın sesindeki farklılığın ise altını çizmek isterim.
Şimdi elbette Haluk Bilginer’i soracaksınız. Haluk Bilginer sahnede göründüğü an bu kere de devleşiyor. Her repliğinde, her şarkısında dramatik konumun uyandırdığı ruhsal durumu sanki eliyle koymuş(!) gibi yakalıyor. Duygulanımlarını soğukkanlılıkla üretiyor. Coşkularını yönetiyor, derliyor topluyor seyircisine okutuyor, seyircisini coşturuyor.
Haluk Bilginer sahnede gene yüceliyor.
“7 (Şekspir Müzikali)”, bu sezon seyredilme sıralamasında “birincil” olmayı daha sezonun hemen başında hak ediyor.
ÜSTÜN AKMEN
ÖNCEKİ HABER

Ortak mirasta sinemasal yolculuk

SONRAKİ HABER

Tombul ev hanımı Juliet ve Romeosu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...