16 Aralık 2009 00:00

Bin bir çiçekli bahçe

Bütün kalbimle inanıyorum ki bir halk, bir dil, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun en az kendi halkımız ve dilimiz kadar değerlidir.

Paylaş

Bütün kalbimle inanıyorum ki bir halk, bir dil, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun en az kendi halkımız ve dilimiz kadar değerlidir. Çünkü dünyayı ve varoluşun esaslarını onun benden farklılıkları tanımlar. Hayatı sıkıcılıktan ve monotonluktan kurtaran da bu farklılıklarla olan etkileşmedir.
Sorarım size, bin bir çiçekli bir bahçede cennetten kokular mı yoksa tek bir çiçeği bırakılmış bir bahçe mi daha çok ilginizi çeker?
Atalarımız bin bir çiçekli bahçenin çeşit çeşit kokularıyla bu topraklarda yaşadılar. Kökleri cennetin bahçelerinde saklı, gölgesi Mezopotamya ve Anadolu’nun üstüne düşen, kokusu ilahi rüzgarların şarkısıyla en ücra köşelere yayılan bu çiçekler, bugün de yüreğimize değin işleseler ne güzel olurdu.
Malazgirt’ten Çanakkale’ye… Çanakkale’den Balkan coğrafyasına… Ama nereden nereye olursa olsun birlikte gidebilmiş halklarımız. Kürt, Türk, Laz ya da Çerkez… Aynı acıda yıllanmışlar, aynı sevinçte var olmuşlar. Kardeştiler, dosttular…
Bazen hatalar da yaptılar. Birilerinin peşinden düşünmeden gittikleri de oldu. Haksız yere öldürdükleri, öldükleri… Ama ne yaptıysalar, başlarına ne geldiyse hep birlikteydiler. Varda yokta, karda kışta kardeştiler ve dosttular.
Bu dostlar, bu kardeşler yıllar sonra birçok dostlarını ve kardeşlerini yitirerek bugüne gelebildiler. Bugün geride kalan bu kardeşler, birbirilerini anlamıyorlar. Belki de dostluktan ve kardeşlikten sıkıldılar. Herkes artık “baba” ya da “tek şef” olmak istiyor. İstiyorlar ki verdikleri bir emir hemen yerine getirilsin.
Bazıları bu bin bir çiçekli bahçede sadece en çok sevdikleri çiçeklerin olmasını istedi. Bin bir çiçekli bahçenin cennet kokuları arasında kendi çiçeklerinin kokusunu almak istediler sadece. Gözlerine perdeler indirdiler, renkler kör oldu.
Dediler ki “Bu bahçede sadece tek bir çiçek, tek bir renk, tek bir koku ola”!
Biçtiler, kestiler… Katillerin avuçlarına bulaştı kokular, gözlerine düştü renkler! Yalnız gözden uzak bahçelerde, dağlarda kalan diğer bin bir çiçekler de vardı. Onları bilmezdi kimse. Sevmezdi de! Bu çiçekler ki kokularını yalnız gök mavisine ulaştırır ve karşılığında güneş alırlardı. Ama bir gün gördüler ki güneşleri yok! Çünkü yakılan dağ çiçeklerinin feryadından yükselen dumanların şiddetinden görünmez olmuştu güneş.
Bu dağların bin bir çiçekleri, artık bir isyanla açmaktaydılar. Her rüzgarda biraz daha açılıp, gürültüyle çoğaldılar. Ama korku ve endişe, renklerinde bir is gibi duruyordu.
Biliyorlardı ki “Çaresiz / Vurulacaktı / Buyruk kesindi / Gayrı gözlerini kör sürüngenler / Yüreğini leş kuşları yesindi”...
Bin bir çiçekli bahçede çoğalırken şeytanlar, bütün bahçelerde soldu cennetler. Zulüm, bir lanet gibi boşalıyordu. Kırıldı boyunları çiçeklerin, toprağa düştü kokular, yıldızlara aktı renkler…
Ve haykırdı bin bir çiçekli bahçenin mazlum çiçekleri: “Evlad-ı Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir!”
Bugün de bin bir çiçekli bahçenin diğer renkleri haykırıyorlar. Kardeş dediklerinden gelen zulüm, acıtıyor topraklarını. Bir tırnak gibi saplanıyor bedenlerine inkar ve riyakarlık. Eski dostluklardan ve kardeşlikten dem vurup onlara kötülük yapanlara sesleniyorlar:
Bu bahçe bizim, hepimizin! Yağmur da hepimizin olsun, güneş de! Aynı toprakta ısınsın bedenimiz!
Buna karşın birileri “Dostuz, kardeşiz” diyor ve “Tamam, bu topraklarda açabilirsiniz, varsınız!” diyor ama ekliyor: “Yağmur da benim, güneş de benim!”
Oysa bin bir çiçekli bahçenin diğer çiçekleri biliyorlar ki, yağmur ve güneş olmadan yaşayamazlar.
Ve şimdi bekliyorlar ki, yağmurları da olsun güneşleri de!
İBRAHİM GENÇ Yüksekova Haber Yazarı
ÖNCEKİ HABER

Adaletin bu mu?

SONRAKİ HABER

Demokrasi, barış ve kardeşlik için!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa