18 Aralık 2009 00:00

Sinemanın üçüncü gözü açıldı mı?

Bunu da gördük. Sinema tarihinin en pahalı filmi çekildi, 200 küsur milyona mal olduğu ama teferruatıyla 400 milyon Amerikan dolarına dayandığı için öyle ...

Paylaş

Bunu da gördük. Sinema tarihinin en pahalı filmi çekildi, 200 küsur milyona mal olduğu ama teferruatıyla 400 milyon Amerikan dolarına dayandığı için öyle sayılıyor; Avatar. Film hem uzayda, hem gelecekte geçiyor, üç boyutlu çekildi. Ve Amerika’nın Irak işgaline giydiriyor.
Avatar’a ilk bakışta söylenebilecek olan şey bu. Hollywood sineması tarihinin en büyük parasını, Amerikan hükümetinin bitmeyen savaş politikalarını eleştirmek yolunda harcamış. Bir rastlantı mı, ironi mi, kaderin cilvesi mi?..
ÜÇ BOYUTLU BİR İLK
Reklamı aylardır her yanda yapılıyor. Sinema meraklıları mutlaka duymuştur. Titanik’in, yani bugüne kadar en çok izlenen sinema filminin yönetmeni; Yaratık serisinden, Terminatör’den büyük bütçeli aksiyon bilim kurgular konusunda da tecrübeli James Cameron, yönetmen koltuğunda. Batan gemideki aşk hikayesinden sonra Oscar heykelini kaldırıp kendisini “tanrı” ilan ettiğinden bu yana, on yıldan uzun zaman geçmiş. Cameron film çekmemiş, kendisini verdiği denizaltı belgeselleri sayılmazsa. Ama o belgeseller de bu filmin provasıymış aslında, çünkü üç boyut teknolojisiyle haşır neşir oluyormuş.
Bu filmin üç boyut teknolojisi de, sadece sonradan görüntülerle oynanarak değil, çekimler sırasında özel bir teknik kullanılarak yapılmış. Çok para harcanmış kaliteli görüntüler var tabii karşımızda, ama üç boyutlu filmlere az çok aşina olanları o kadar da etkileyecek bir görsel şölen falan olduğu söylenemez.
Yine de üçüncü boyutu bugüne kadar hiç kullanılmadığı bir şekilde kullanan film karşımızda. Avatar’ın birinci özelliği bu. Üç saate yakın süresinin önemli bir kısmı bilgisayar yardımıyla yapılmış, gerçek oyuncuların oynadığı sahneler üzerinde oynanmış ya da tamamen animasyon olarak yapılmış kısımlar epey var. Sonuç olarak, mavi birtakım yaratıkların, hem gelecekte hem başka bir gezegende geçen hikayeleri, hem de üç boyutlu olarak anlatılmış. Ama hiç de o kadar yabancılık çekilecek bir hikaye değil.
MAVİ MAVİ MASMAVİ
2154 yılında, ne kadar uzakta olduğunu bilmediğimiz bir gezegenin Pandora adında bir uydusunda insanlar tarafından “çalışmalar” yürütülüyor. Artık eski bilim kurgu filmleri seyircileri kadar saf olmadığımız için çalışma dediğimiz şeyin işgal olduğunu yönetmen de bizden saklamıyor. Zaten pek bir şeyleri saklayarak anlatma huyu yok. Çalışmanın “sahibi” var, bir şirket. Bilim insanları var, azınlıkta olsalar da, bir de askerler var. Kahramanımız, bacaklarını savaşta kaybetmiş eski bir asker. Aslında, abisi bu çalışmanın içindeymiş fakat o bir saldırıya uğrayıp aniden ölünce, DNA kontenjanından kardeşini kullanmak akıllarına geliyor.
DNA şundan önemli; filme adını veren avatarlar, insan kısmının gezegenin yerlilerinin arasına karışmasının yolu. Gezegenin yerli halkı olan Navilerin bedenlerinin aynısından üretmişler, bir makineye girip uyurlarken öbür tarafta üç metrelik, kuyruklu, mavi Navi bedenleriyle koşturmaya başlıyorlar. Yani, bacakları olmayan kahramanın canına minnet.
Filmin adından da kuşkulanıp başka bedenler, sanal gerçekler gibi şeylere kafa yorulduğu sanılmasın. Öyle bir niyet yok.
SİZE AMERİKA DİYEBİLİR MİYİM?
Bu avatar meselesini sindirdikten sonra, hikaye, bildiğimiz sularda ilerlemeye başlıyor. Malum şirketin işgaldeki asıl amacı, tam yerlilerin yaşadığı bölgenin altındaki değerli maden. Bilimcileri mavi insanları ikna etme konusunda sıkıştırıyorlar, olmadı, el mahkum askerlerle girecekler. Yerliler de gayet barış içinde yaşayan, doğayı seven bir halk. Ama tabii ki mecbur kalınca topraklarını korumak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu arada bizim kahramanlardan da bir kısmı kendisini yerlilerle özdeşleştiriyor, ne de olsa avatar sağ olsun mavilerden sayılıyorlar. Sonuç olarak işgal ve direniş başlıyor.
Bu saldırıda, bir yandan Irak işgaline, 11 Eylül sonrası politikalarına göndermeler var. “Önleyici savaş yapalım” gibi açık açık bu dönemin kavramlarını kullanıyorlar. Zaten “değerli maden” benzerliği de bugün akla petrolü getirmeye çok müsait; her ne kadar, emperyalizm tarihi sömürgelerdeki maden avcılığıyla çok paralel olsa da.
Ama asıl büyük benzerlik, Kızılderililerle filmin mavi derilileri arasında. Sadece doğayı sevme felsefeleri değil, ata binmeleri, saçlarını uzatıp örmeleri, öldürdükleri hayvanlarla konuşmaları, püsküllü kılık kıyafetleri, ok ve yay kullanmaları, hatta bunları bayağı Kızılderililer gibi süslemeleri, “Bu aşırı benzerlik de neden” diye sorduruyor insana. Hani, acaba aklımız Irak’a gitmesin mi isteniyor diyeceğim, “önleyici savaş” lafları edilmesinin başka bir açıklaması olamaz o zaman. Galiba, Amerikan “beyaz adamının” günahlarının başlangıcı sayılabilecek Kızılderili katliamı ve Amerika Kıtası’nın işgali, bütün emperyalist politikaların bir özeti, simgesi gibi görünüyor Cameron’a.
YENİ OLAN NE?
Gönderme yaptığı güncel ya da tarihsel meseleler bir yana, film, bir sinemasal olay örgüsü olarak da çok tanıdık şekilde ilerliyor. Kahraman önce ajan olarak zayıfların, mağdurların yanına gönderiliyor. Giderek onlardan biri haline geliyor, tabii ki aşık da oluyor. Saçı saçına değende, artık işgal günü geldiğinde onların tarafında savaşıyor. Tabii bu kez de onun başta ajan olduğunu öğrenen taraf itiraz ediyor. Bizimki bir şekilde kendini kanıtlıyor, geliyor, ikinci çarpışmada işgalciler dersini alıyor.
Yani ilk okumada, Kızılderililerden yana bir film, ekonomik çıkar için yapılan Amerikan işgallerine laf söylüyor, emperyalist politikaları eleştiriyor, denecek doğal olarak. Ama görüldüğü gibi, ezberlediğimiz hikaye kurgusu içinde, kurtarıcı olarak da yine beyaz adamlardan biri gelip, mistik inançları olan yerlileri kurtarınca, yeni bir şey söylenmiş oluyor mu hakikaten? Başka bir gezegenden söz ederken “oryantalizm” kavramı ne kadar yerinde olur bilmiyorum ama bir Batılının acıyan gözlerinin ötesinde bir şey görünmüyor o zaman.
Hani, bu gezegende, bu zamanda, iki boyutta da böyle şeyleri duymuşluğumuz var.

Avatar
Orijinal adı: Avatar
Yönetmen: James Cameron
Senaryo: James Cameron
Oyuncular: Sam Worthington, Sigourney Weaver, Michelle Rodriguez, Zoe Saldana

BU BİR MÜCADELE FİLMİ

Başka Dilde Aşk, bir aşk filmi diye ya da engellilerin sorunlarını anlatan bir dram diye çok seyirci çekecekse ne güzel. Zaten küçük bütçeli, pek tanıtım da yapamayan, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan bir ilk film. Ama son yıllarda sinemamızda örneğini görmediğimiz, başarılı bir mücadele filmiyle karşı karşıyayız. Bir hak arama mücadelesini merkeze alarak, hayatı anlatıyor.
Kahramanlardan biri, engelli bir genç adam; duyamıyor, konuşamıyor. Ama film bunu melodramatik bir malzeme olarak kullanmıyor, bayağı herkes gibi bir insan olarak hikayenin içinde o da. Diğer kahraman da, bir çağrı merkezinde çalışan genç bir kadın. Bu ikisi birbirine aşık oluyorlar. Orada ikisinin ilişkisi ilerlerken, bir yandan da çağrı merkezi çalışanları hikayesini izliyoruz. Yoğun çalışıyorlar, örgütlenmek istiyorlar, haklarını arıyorlar, bunun için iş bırakıyorlar, bir web sitesi hazırlayıp bir araya geliyorlar, bir basın açıklaması organize ediyorlar. Bütün bu süreçte, esas oğlanın, kadına mücadelesi içinde destek oluşu o kadar güzel veriliyor ki, filmin en başarılı yanı, bu mücadele hikayesi denebilir. Bir yerinde de çocuk diyor, “Biz zaten mücadele ediyoruz” diye, engelli bir adamla bir kadının birlikte olmaya çalışmasının kendisi, hayatın kendisi bir mücadele çünkü.
Sürekli insanların telefonlarına yanıt veren ve “ses” olarak var olan çağrı merkezi çalışanlarının seslerini duyurmaya çalışması, bu sırada kulakları duymayan bir adamdan yardım almaları, bütün bu “sesini duyurma” meselesi üzerine, gayet yerli yerine oturan bir örgü.
Genç bir kadronun yaptığı film. Yönetmen İlksen Başarır’ın ilk filmi. Senaryo da Başarır’la birlikte başrol oyuncusu Mert Fırat’ın eseri. Rolüyle ödül alan Saadet Işıl Aksoy da gayet başarılı ama Mert Fırat, rolünde hakikaten çok etkileyici bir performans sergiliyor.

Başka Dilde Aşk
Yönetmen: İlksen Başarır
Senaryo: İlksen Başarır, Mert Fırat Oyuncular: Saadet Işıl Aksoy, Mert Fırat, Emre Karayel, Lale Mansur
Çağdaş Günerbüyük
ÖNCEKİ HABER

Ali Taygun hayatını kaybetti

SONRAKİ HABER

Muntazar El-Zeydi Roma’da

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...