06 Ocak 2010 00:00

GÖZLEMEVİ

Kurulduğu günden bu yana Türkiye’nin en iyi mekanlarında profesyonel bir yönetimle sıra dışı özgün ...

Paylaş

Kurulduğu günden bu yana Türkiye’nin en iyi mekanlarında profesyonel bir yönetimle sıra dışı özgün ve cesur projeler üreterek geniş kitlelere “butik” seyirlik sunmayı hedefleyen Dot; kentlerde insanların yaşamlarında pozitif değişim yaratmayı ve eğlence sektörüne farklı bir yaklaşım katmayı amaçlayan Mars Entertainment Group’un sponsorluğunda Maçka G-Mall’da hazırlanan yeni tiyatro salonunda, DOTMARSTA projesinin ilk oyunu olarak gene fevkalade iddialı bir yapıtla, 1971 doğumlu İngiliz Yazar Simon Stephens’in “Pornografi”siyle sezonu açtı.
Bu vesileyle daha oyuna girmeden öğrendik ki (ya da ben yeni öğrendim) Simon Stephens, İngiliz tiyatrosunda gün geçtikçe daha fazla dikkat çeken bir oyun yazarıdır ve oyunlarında genellikle aile yaşamını insancıl bir yaklaşımla incelemektedir. Nitekim oyun başlar başlamaz, Stephens’in acımasız yazı biçemi beni çarptı. İyimser ve gerçek hava Stephens’i türünün diğer yazarlarından ayırıyordu ve toplumsal olaylarda iki yaklaşımla değişmeleri inceliyor, zaman derinliği ve zaman kesiti araştırmaları yapıyordu. Aralıksız iki saat süren oyun boyunca, zaman derinliği araştırmasını olayın zaman boyutu içinde incelemişti. Metinde olay ve olgular olduğu gibi tanımlanmış, örnek olayların incelenmesinden genel kurallara ulaşılmıştı. Yani Stephens, somut olaylardan genel ilkelere varmıştı.
Oyun, 2005 yılının Temmuz ayında dünyanın diline dolanan Britanya’da yaşanan büyük olaylardan söz edilmesiyle açılıyor. 2 Temmuz 2005’deki “Live 8 Konseri”, 6 Temmuz 2005’deki “G8 Toplantısı”, 6 Temmuz 2005’deki “2012 Olimpiyat kenti Londra oldu” haberi ve 7 Temmuz 2005’de Londra’da üç metro istasyonu ve bir otobüse yapılan terör saldırısı… Okullarda, ofislerde, sokaklarda, parklarda, evlerde yoğun bir heyecan, havada mutlak bir gerginlik… Oysa yazar, oyunun başından, sonunda kısa bir süre içinde Londra’nın merkezinde her şeyin değişeceğini savlıyor ve bu çarpıcı değişimi sıradan insanların yaşamları üzerinden gösteriyor. 2012 Olimpiyatları’nın Londra’da yapılacağının açıklanmasıyla yakalanan umut ve mutluluk, bombalama olayının ardından yerini “hızla” karamsarlık ve yıkıma terk ediyor. Mutluluktan yıkıma götüren tüm bu olaylar 6 günlük süre içerisinde ele alınıyor ve 8 insanın yaşadığı deneyimlerle birleştiriliyor. Bu deneyimler içinde bulunan iki kardeşin “yasak” aşkı belki yadırganıyor. Belki seyirciye itici geliyor, ama bana sorarsanız, yadırgayanlara, tabloyu izlerken ağızlarını burunlarını buruşturanlara tam da o sırada Almanya’da gündemi uzun süre en çok meşgul eden konulardan biri olan Patrick ve Susan adlı iki kardeşin aşkını ve bu aşkın meyvesi olan dört çocuğu anımsatmam gerekiyor.
Pınar Töre eseri, küçük hatalarına karşın çeviri sanatına uygun olarak dilimize kazandırmış. Hele bir de çevirmenlerimiz şu: “Kapa çeneni,” deyimini kullanmaktan caysa! Neyse! Töre’nin Türkçesi genel anlamda iyi. Parçalanmış harita parçalarının asimetrik dizilmiş sekiz direğe tutturulmasına ise sözüm yok da, o harita parçalarının üzerine yansıtılan Aslıhan Eruvan imzalı video tasarımına neden gerek görüldüğünü anlayamadım. Muhtemelen iyi çekimlerdir, ola ki kurgusu da mükemmeldir, ama görünmüyor, görünmediği için de anlaşılmıyor, anlaşılmadığı için oyuna katkı sağlamıyor, hatta giderek oyunculardan “rol çaldığı” için oyuna zarar dahi veriyor. Işık tasarımını yapan Kemal Yiğitcan ise, sahne üzerinde bölümlenen her noktayı yeterli açılardan ışıklandırarak başarıyı bu kez de yakalıyor.
Oyunu sahneye taşıyan Murat Daltaban, yazara gene “destan anlatır” gibi yaklaşmış, iyi de yapmış. Fiilleri ön plana çekmiş, ama abartıdan da titizlikle kaçınmış. Stephen’ın anlattıklarına kimi etkileyici özellikler katmış. Tiyatronun alanının psikolojik değil, plastik ve fiziksel olduğunu anlatmış. Oyunun bir bölümünü yanılmıyorsam çıkarıp atmış. Atmış da, Emre Yetim’in canlandırdığı karakterin ardı ardına “a…a koduğumunun” tümcesini gereksiz olarak yinelemesine dokunmamış, ama öyle ya da böyle alkışlanacak bir reji uygulamasıyla sezona izini bırakmış.
Diğer taraftan, sekiz oyuncu da kusursuz oyun vermekte. İlk kez izlediğim Emre Yetim, metafiziksel olarak ele aldığı “insan”ın görünümlerini sorunsal kılmayı başarıyor. Hareket ve diksiyon hakimiyeti sayesindedir ki eylemleri gibi metnin sözceleme durumlarını da iyi tasarlamış. Özgün sesini anında birkaç yarı-ton oranında değiştirip daha kalın, daha sıcak ya da tersine daha zayıflatarak ses rengini geliştireceğine, yüksek sesli repliklerinde sözlerinin anlaşılabilir olmasına çalışacağına ayrıca inanıyorum, Yetim’e güveniyorum. Umut Kurt, belli ki sahne üzerindeki olayları betimleme yeteneğine mutlak sahip bir oyuncu. Davranışlarını duygularıyla bütünleştirebiliyor. Gizem Erdem, gerçekçiliği sembolize etmenin yoruma dayalı oyunculuk gerektirdiğinin fevkalade bilincinde mükemmel bir oyun çıkarmakta. Hakan Meriçliler, yorumladığı duygulanımları seyirciye başarıyla okutuyor. Öğretmen karakterinin her tutkusal durumuna ortak bir hareket içerisinde yer veriyor. Cemil Büyükdöğerli, birikimindeki yaratıcılığın bütün yollarını ve yöntemlerini kullanıp tüketiyor, kusursuz bir Kardeş çiziyor. Kendisine bu kere de canlı fiziksel ve psikolojik yönelimlerden oluşan bir yön çizmiş, koşuyor. Büyükdöğerli, can vereceği karakteri nasıl biçimlendireceğini, bunu gerçekleştirmek için nelere çalışacağını, karakteri hangi yönden didikleyeceğini bilen bir oyuncu. Berrak Kuş, Abla’nın suça yatkın eğilimlerini, erotik saplantılarını, yabanıllığını, karabasanlarını, yaşam ve nesneler karşısında ütopik duyumunu, hatta kana susamışlığını içeren düşlerini mükemmel sergiliyor. Sergilerken, düzmece ve aldatıcı bir düzlem seçmiyor kendisine, canlandırdığı karakteri içinden geldiğince arındırıyor, Abla’yı oynarken neredeyse kendini buluyor, yani gerçek bir yanılsama aracı oluyor. İpek Bilgin, gene dilin sözcüklere dökemediğini anlatmayı hedefliyor. Onun için önemli olan sözü tiyatrodan silmek değil elbette, dilin varoluş nedenini ve kullanılış amacını değiştirmek. Değiştiriyor. Değiştirirken özellikle de sözün yerini küçültüyor.
Hatice Aslan’a gelince, içimden tüm içtenliğimle: “Beyaz perdede de, beyaz camda da oyna Sevgili Aslan, ama n’olur tiyatrosuz kalma, tiyatromuzu da sensiz bırakma,” demek geliyor. Aslan, hiç kuşkum yok ki sahneye mükemmel yakışan bir oyuncu. Rolle özdeşleşebiliyor, isterse başkasıymış gibi yaparak dış dünyayı kandırıyor, isterse rolle arasına “mesafe” koyuyor. Ne yapıyor, ne ediyorsa canlandıracağı karakteri iyi okuyor. O karakterle gerekirse dalga geçiyor, ama role istediği gibi girip çıkabiliyor. Bu oyunda da seçilen kodlamaya ve kabul ettiği oyun konvansiyonlarına son derece hakim.

“Pornografi”yi, yer bulabilirseniz mutlaka izleyin derim.


...

GÖZLEMEVİ KÖŞESİNİN "GÖZLEME" BÖLÜMÜ

GENÇ SESLER, ZEHRA YILDIZ İÇİN ŞAKIDI

Soprano Zehra Yıldız'ı, bundan on iki yıl önce onu gecikerek keşfeden ve paylaşamayan Avrupa sahnelerinde yitiren Türk opera dünyası, "Zehra"sını her yıl olduğu gibi bu yıl da özlemle andı. O yıllarda, Almanya'nın bir kentinden diğerine, sanki yılların gecikmişliğini kapatırcasına uçuyordu genç soprano. Senta'dan Salome'ye, Leonora'dan Aida'ya, Floria Tosca'ya doğru... Aynı hafta içinde ayrı sahnelerde ayrı şefler, ayrı kadrolar, ayrı rejilerle opera tarihinin en ağır ve birbirinden farklı rollerini canlandırdı. Tam o sırada, bir beyin kanaması geçirdi ve Heidelberg'de aramızdan göçtü gitti.
Göçtü gitti, ama opera dünyası, sevenleri onu Zehra Yıldız olarak yüreklerine gömdü. Güleç, alçakgönüllü, disiplinli, çevresine olumlu ışınlar saçan, her temsilinde çevresindekileri ve izleyicileri kendine hayran bırakan Zehra, o günden bu güne gönüllerde yaşatıldı. O Zehra ki, dünyadaki diğer meslektaşlarına göre daha gecikerek parlamıştı. Çünkü o, maddi olanaklar bulup kendini daha önce tanıtma fırsatını ne yazık ki yakalayamayanlardandı. Eğer İtalya'daki konkurlara, yarışmalara, kurslara daha erken yaşlarda katılma olanağını bulsaydı, ola ki çok daha önceden keşfedilecek, sevilecekti.
Zehra Yıldız bu yıl, dünya sahnelerinde parlayan genç yıldızlarımız Koloratur Soprano Zerrin Karslı, Lirik Soprano Sim Tokyürek, Tenor Arda Doğan, Mezzo Soprano Simge Büyükedes, Kontrtenorlar Kaan Buldular ve Cenk J. Karaferya tarafından Rayna Popova'nın piyanosu eşliğinde Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Konser Salonu'nda Zehra Yıldız Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen bir etkinlikle anıldı.
Etkinlikte, müziğin mükemmelliğinin ruha verdiği zevke tanık olunması, bu yıl da gözlerden kaçmadı.
Zehra Yıldız bir kez daha şavkıdı.

ÜSTÜN AKMEN
ÖNCEKİ HABER

KESK ve bağlı sendikaların yöneticilerine çağrı!

SONRAKİ HABER

Djivan Gasparyan: Müziğin sınırları yok

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...