09 Ocak 2010 00:00

EKONOMİK PERSPEKTİF

Bazen ekonomi (iktisadiyat-economy) ile ilgili yazmak gerçekten bunaltıyor. Kabul ediyorum ki böylesi yazıları okumakta en az yazmak kadar bunaltıcı.

Paylaş

Bazen ekonomi (iktisadiyat-economy) ile ilgili yazmak gerçekten bunaltıyor. Kabul ediyorum ki böylesi yazıları okumakta en az yazmak kadar bunaltıcı. Bu yazıda neden ekonomiye dair yazılanlardan sıkıldığımızı konuşalım.
Bugünün ekonomiye dair kavramları, kurumları ve rakamları büyük ölçüde kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıktığı ve/veya yaygınlaştığı 18. Yüzyılın eseri. 18. Yüzyıl aynı zamanda ekonomi-politiğin bilim(?) olarak kabul edilişinin de miladı. Ardından ise 19. Yüzyılda “marjinalistler” (neoklasikler) ile birlikte ekonomi-politikten politiğin atılmasıyla İktisada (economics) dönüşümü. Bu dönüşüm başlı başına bir problem yaratmıştır. Bilim olarak İktisat (economics) ile günlük hayatta karşılaştığımız üretim ve bölüşüm ilişkilerinin rakamsal ifadeleri olarak görünür olan ekonomi (iktisadiyat-economy) günlük dilde her ne kadar birbirinin yerine kullanılsa da gerçekte ekonomi ya da daha doğru bir ifadeyle “ekonomik ilişkiler” İktisat biliminin (economics) araştırma alanıdır ve sorunludur.
Peki, ekonomik ilişkiler 18. Yüzyıl öncesinde yok muydu? Ekonomik ilişkiler ilkel komünal toplumlardan itibaren vardı. Öyleyse neden İktisat biliminin (ekonomi-politik) başlangıcı 18. Yüzyıl kabul edilir? Çünkü, -ortaçağ ekonomik köleciliğini ve talanını göz ardı ederek söylüyorum- ekonomik ilişkilerin “sorun” haline gelişi kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla olmuştur.
Kapitalist üretim ilişkileri “özgür insan”ı gerçek anlamda köleleştiren fabrika düzenini getirmiştir. Kapitalizm öncesinde kendi çalışma süresini ve biçimini kendi belirleyen ve “geçim” derdi dışında dünyada bir “varlık” olduğunu bilen insan yerine; proleterleştirilen, dolayısıyla da emek-gücünü kapitaliste satmadan yaşama imkanı bırakılmayan insan geçmiştir. Böylece tarihin en acımasız ve insanlık dışı ve aynı zamanda insana yabancı dönemi başlamıştır. İşte bu gerçek boyunduruk döneminde ortaya çıkan ekonomik ilişkiler ve onların sterilize ifadeleri olan ekonomik miktarların çetelesini tutmak görevi ise İktisatçılara kalmıştır.
İnsanlık genel olarak bilime güven duyar. Bu güvenin temelinde, bilim alanlarının mevcut sorunlara çözüm üreten düşün ve hareket biçimleri olması yatar. Doğa bilimleri için kısmen(!) bunun haklılık payı vardır. Gerçekten birçok hastalık Tıp bilimi tarafından çözümlenmiş, uygarlıkların gelişiminde fizik ve matematik önemli katkılarda bulunmuştur. Toplumsal ve bireysel ilişkilerde ortaya çıkan sorunlara ise –doğa bilimleri kadar görünür olmasa da- toplumsal/sosyal bilimler çözüm yolları sunmuştur.
İktisat alanı ise ikisinin arasında kalıp gerçek ekonomik problemleri (Gelir dağılımı, sınıfsal ittifak ve çatışmalar, sömürü biçimi, açlık, yoksulluk ve varsıllık gibi) göz ardı edip mevcut kapitalist sistemin rakamsal ifadelerini düzene koymuştur. Dolayısıyla İktisat, ilgilendiği problemleri “söyleme” veya meşrulaştırmanın ötesine geçip sorunları çözmek için “hareket” etmemiştir. İyimser bir dil kullanalım; İktisatçılığın kendisi sorundur, hastalıklıdır. İktisatçıların bu hastalıktan kurtulmak için öncelikle tek alternatif ekonomik düzenin kapitalizm olmadığını kabul etmeleri ve ardından mevcut toplumsal gerçekliği değiştirecek adımlar atmaları gerekir.
Tarihin ceset yıkayıcısı olmamak için elbette tüm bilim insanlarının ve aydınların yüzünü gerçeğe dönmesi ve ardından bu gerçeğin daha insanca başka bir gerçeğe dönüşmesi için hareket etmesi gerekiyor. 2010 dünyasının ve Türkiye’sinin buna ihtiyacı her zamankinden daha fazla…
SİNAN ALÇIN
ÖNCEKİ HABER

Romanlara bir kez daha sürgün yolları

SONRAKİ HABER

Kamusal alan masaya yatırılıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa