08 Şubat 2010 00:00
YAŞAMA KÜLTÜRÜ
Prof. Dr. Johannes Nolle geçen hafta bıraktığım yerden sürdürüyo...
Prof. Dr. Johannes Nolle geçen hafta bıraktığım yerden sürdürüyor:
M.Ö. 800 civarlarında bazı cesur ve maceracı Yunan soyluları, Antakya yakınlarında, Asi Nehrinin denize döküldüğü yerde bulunan Al Mina adlı yerde bir ticaret istasyonu kurmuşlardı. Burada, pek çok yabancı dille karşılaşıyorlardı. Yeni İyonya düşünce sisteminden esinlenerek, bir gün kendi kendilerine, Acaba konuşulan bir dilin atomları nelerdir? diye sordular. Bir süre düşündükten sonra, dilin atomlarının, birbirinden farklı tınılar olduğu, yani ağzımızdan çıkan ünlü ve ünsüz nitelikteki çeşitli sesler olduğu sonucuna vardılar. İyonya tüccarları, Analiz yaparak, kendi dillerinin böyle 24 tane atoma ayrılabileceğini gördüler. Ve sonra, bu atomların her birini, bir şekille eşleştirdiler. Bu işaretleri Fenikelilerin yazısından almışlardı, ancak o yazıda ünlüler işaretlenmiyordu. Oysa Al Minadakiler, kendi dillerindeki ünlülere de birer işaret vermişlerdi.
Böylece, Türkiyenin Suriyeye uzanan o küçük köşesinde, insanlık tarihinin ilk eksiksiz yazısı oluştu yani bizim alfabemiz. O andan itibaren, sadece 24 şekil kullanarak, konuşulan dili açık ve net bir şekilde yazıya dökmek mümkün oldu. O çağın insanları için bu, sihirbazlık gibi bir şeydi. Örneğin Mısırlılar, dillerini yazıya çevirmek için, sürüyle işaret kullanıyorlardı. Nil kıyısında yaşayan insanların, karmaşık hiyeroglif yazısını okuyup yazabilmesi için, uzun bir eğitim ve uzmanlık gerekiyordu. Oysa, Al Minadakilerin icad ettiği yazı sayesinde, birazcık çaba sarfeden herkes, nispeten kısa sürede okuma- yazma öğrenebilirdi.
Fonetik yazının zaferi Anadoluda başladı; bu yazı oradan tüm dünyaya yayıldı. Önceleri yalnızca tüccarlar tarafından, mali kayıtlar ve muhasebe işleri için kullanılıyordu. Fakat kısa bir süre sonra, yeni yazı ile, edebi metinler de yazılmaya başlandı: Destanlar, şiirler, tarihsel kayıtlar Bunun ötesinde, yazı Devlet kavramı için de yaşamsal bir önem kazanacaktı: Yasa metinleri, artık yazılı olarak sabitleniyordu. Bu sayede, her vatandaş, haklarının ve ödevlerinin neler olduğunu okuyabilir; erk sahipleri, devletin temel kuralları üzerinde akıllarına estiği gibi oynamalar yapamazlardı. İşte bu şekilde, yazı ve devletin yazılı olarak tanımlanıp sabitlenişi, bir gün gelip, hukuk devletinin ve demokrasinin zaferini sağlayacaktı.
Fonetik yazının mucitleri, çok geçmeden, bu yeni icatlarını Akdenizin Batı bölgelerine de ulaştırdılar. M.Ö 700 civarlarında, Etrüskler de bu alfabeyi kullanmaya başladı. Yazı, Etrüsklerden Romalılara geçti ve Romalılar sayesinde, Akdenizin bütün Batı kesimi bu yeni harflerle tanıştı. Bu nedenle, aslında Al Minada Yunanlar tarafından icad edilen, dili aktarma tekniği, günümüzde tarihsel açıdan yanlış bir şekilde Latin alfabesi diye adlandırılsa da, bu alfabe artık bütün dünyada geçerliliğe sahip. 1928 yılında, Mustafa Kemal Atatürk, Türkçenin yazılışı için bu alfabeyi yürürlülüğe koymakla gayet mantıklı bir şey yapmış oldu, çünkü bol bol ünlü harf kullanan Türk Diline, sesli harfleri de dikkate alan bir kodlama sistemi gerekliydi ve Arap alfabesi bunu sağlamakta yetersiz kalıyordu. Gördüğünüz gibi, Atatürk, Harf Devrimini yaparken, aynı zamanda fonetik yazıyı doğduğu topraklara da geri getirmiş oluyordu.
Anadoluda icad edilip, modern Avrupanın yapıtaşlarından birini oluşturan kültürel öğelerden biri de para. Burada da çıkış noktası yine, Anadoluluların analitik düşünce tarzıydı. Bu kez soru şuydu: İnsanlar arasındaki ekonomik ilişkilerin atomu nedir? Verilen yanıt ise şöyleydi: Bir nesnenin sahip olduğu değerdir. Buradan çıkan sonuca göre değerlerin ölçülebilmesi, biriktirilebilmesi, değiş tokuş edilebilmesi için, bir araç yaratılması gerekiyordu. Böylece, Lidya Frigya İyonya bölgesinde, yani İzmir, Sart ve Milet üçgeni içinde kalan o, kültürel zenginlik yüklü bölgede, madeni para icad edildi. Artık, belirli bir malın değeri, dayanıklı bir metalin belirli bir miktarıyla denk tutuluyordu.
Oysa ondan önce öyle miydi? Homeros zamanında, değer ölçütü, sığırlardı: Bir kazan, bir sığıra bedeldi; ocakta yemek pişirmeye yarayan madeni bir üçayak, eğer işçiliği iyiyse, on iki sığır ederdi. Homerosa göre, bir kadının değeri, kalitesine bağlı olarak, dört sığır ile yirmi sığır arasında değişirdi tabii burada kaliteyle neyi kastettiğini bilemiyoruz! Paranın icadı sayesinde, mala malla karşılık vermek için zahmete girmeye gerek kalmadı; artık bir şey satan kişi, malına karşılık para alabilir, bu parayla da daha sonra kendisi ne isterse satın alabilirdi. Paralar, irili- ufaklı çeşitli birimlerde basıldığı için, mallara küsuratına kadar kesin değerler biçilebiliyordu. Aynı şekilde, artık bir insanın malını mülkünü de tamı tamına ölçmek ve hesaplamak mümkündü; böylece, bir erkeğin gerçekte ne kadar servete sahip olduğu anlaşılabilecekti yani bu işten hanımlar kazançlı çıkmış oldu!
Fakat paranın etkisi, bunlarla kalmadı: Değerli metallerden yapılmış sağlam paralar kullanılmaya başlayınca, insanlar, servetlerini, uzun süre harcamayıp elde tutarak biriktirmek olanağına kavuştular. Böyle olunca da, birikmiş sermaye ile daha geniş çaplı ekonomik girişimlerde bulunmaları mümkün oldu. Yani, paranın icadı, modern ekonomik sistemin işleyişini son derece kolay hale getirdi. Anadoluda gerçekleşen bu buluş, dünyayı değiştirdi ve bugüne kadar da Batı dünyasında ekonominin temeli olmayı sürdürdü.
CENGİZ BEKTAŞ