15 Şubat 2010 00:00
Neyse ki, yapısı var Aşkın...
Sevmek, hem de öyle çok sevmek ki; dünyanın öbür ucunda olsa dahi, sevdiğinin kokusunu hissetmek.
Sevmek, hem de öyle çok sevmek ki; dünyanın öbür ucunda olsa dahi, sevdiğinin kokusunu hissetmek. Öyle saf sevmek ki; seninle olmasa bile onun mutluluğunu istemek açıkça. Seni seviyorum demese de şüphe etmemek sevdiğinden, seni düşündüğünden.
İşte böylesine özel, böylesine güzel bir şey aşk. Bahanelere ihtiyacı yok. Kendi dışındaki dünyadan ona hazır sunulan özel günlere ihtiyaç duymaz aslında. Çünkü o zaten kendisi, karşılaştığı her şeyi kendine yontan, etrafındaki nesneleri bile sevdiğini anımsatmaya bahane kılma ihtiyacında bir yapıya sahip.
O iki kişi arasında kurulu kapalı dünyasında biriktirir, her güzelliği ve acıyı. Kavgasının tadı kendinde, sevişmesinin tadı kendinde yine. Dünyadaki bu kadar çok aşk tarifine inat, anarşist bir yapısı var öte yandan. İki kişi arasında dönen ayrı bir kurgusu, kendisine has dili.
Sezgilerin konuştuğu bir dil bu. Cümle anlamlarının neredeyse söylenene birebir denk gelmediği bir açıklıkta seyreden. Kısa cümlelerde uzun anlamlar saklayan, uzun cümlelerinse bazen hiç bir şey anlatmadığı özel ve farklı bir durum. Tüm bunlara karşın bu kadar sağlam mı peki yapısı? Pamuk ipliğine bağlı değil mi, bazen de bozulması dengenin? Etkilenime en açık, karışıvermeye en uygun yumak gibi değil mi, bir yanıyla da? Kimyasına matematik desek; tümdengelimle değil, tümevarımla işliyor mekanizması. Hal böyle olunca; değil diğer insanların algıladığı şekle uygunlukla bir güne hapsolması, oradan anlamlanması, gerektiğinde tek bir dakikayı yıla çeviren bir burgusu var.
Sevgililer gününün çıkışına baktığımızda ise; Ortaçağda yaşamış Aziz Valentinei, Romada tanrı ve tanrıçaların kraliçesi olan Junoya duyulan saygıdan ötürü yapılan tatili ve ertesi günü başlayan Lupercalia bayramını anımsıyoruz. Ki bu bayram, halkın genç nüfusu için çok önemliymiş o tarihlerde. Çünkü yaşantıları sınırlandırılmış gençler, sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlar ve bu birliktelikler genellikle bayram sonrasında evlilikle sonuçlanıyormuş. İmparator II. Cladius içinse en büyük sorun, ordusunda savaşacak asker bulamamak. Ona göre bu durumun tek sebebi, Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleri imiş. İşte bu yüzden de Romadaki tüm nişan ve evlilikleri kaldırmış. Aziz Valentine ise, bu imparatorun hükümdarlığı zamanında yaşayan bir papaz. Aziz Marius ile birlikte II. Cladiusun yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etmiş. II. Cladius da Valentinei emirlerine uymadığı ve kendisine baş kaldırdığı için tutuklatıp öldürtmüş. Bu olaydan iki yüz yirmi altı yıl sonra 496da Papa Gelasius, Aziz Valentinei onurlandırmak için on dört şubat tarihini sevgililer günü olarak belirlemiş. Ve Sevgililer Günü, 1800lü yıllardan sonra Esther Howlandın ilk kartını yollamasından bu yana, günümüzde daha çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline gelmiş. O günden sonra sevgiliye Benim Valentineim olur musun? diye yazan özel kartlar göndermek söz konusu olmuş. Gönderilen bu ilk kartla birlikte günün yüklendiği misyon, sevgiyi dünyaya hatırlatmaya bahane bir güzellik aslında. İnsanların birbirine kavram olarak aşkın altını çizdiği kartlar gönderip sevgili olma halini kutladığı bir olgu.
Mevcut tüketime dayalı sistem, elindeki her konuyu malzeme olarak görüp, onları kendi amacına yönelik fırsatlara dönüştürdüğü gibi sevgililer günü de bu paydadan nasibini aldı zamanla elbette. Paha girdi işin içine. Artık bir hediye almak oldu, söz konusu olan. Erkek ve kadının o güne kadar toplum içinde konumlandığı algılama biçimlerinden bakıldı, konuya da. Bizim toplumumuzda ki bakışa göre; öncelikle erkek, bu günü unutmamalıydı ve kadına hediye almalıydı. Başka bir deyişle; mevcut olmayan bir sorunu önce var edip, sonra çözmek oldu, işin aldığı son hal. İlişkilerde yerini gittikçe daha sağlama alan sevgililer günü gerilimi ile doğru orantılı olarak, güllerin de fiyatı arttı haliyle. O gün sevgiliye sevgiyi söylemek farz oldu, söylememek sorun. Zorla oldu güzellik. Yalın kalma çabasında olanı da gölgeledi bu durum. Amaçlar unutulup araçlar konuşulur oldu, her yerde. Ancak bu noktada şaşılacak bir durum da yok. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi, şartlara bakılınca.
Sistem, elbette yapısı gereği elindeki tüm varlıkları, olguları tüketime yöneltmek zorunda. Ve tam da bu noktada aşk da yine yapısı gereği direnmek zorunda, kendine dayatma biçimlere...
Aynur Uluç