24 Şubat 2010 00:00

GÖZLEMEVİ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı “Gizli Oturum”u izlerken, taaa ‘60’lı yıllarda olduğu gibi insanlığın en evrensel sorunlarını ...

Paylaş

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı “Gizli Oturum”u izlerken, taaa ‘60’lı yıllarda olduğu gibi insanlığın en evrensel sorunlarını ele alan Jean Paul Sartre’a bir kez daha hayranlık duydum. Bu vesileyle, temel duygulardan yola çıkarak insanoğlunun varoluşunu kendimce bir kez daha anlamaya çalıştım. Kadın-erkek ilişkileri, aşk, intikam, öldürme güdüsü, ırkçılık veee savaş… Hey gidi hey… Yüzyıllardır dünyaya egemen olan insanlık, yüzyıllardan bu yana daha hâl⠓insan” olamamış. Hâlâ savaşıyor, hâlâ öldürüyor. Hâlâ aç ve kurduğu hukuk devleti ya da hukuka bağlı devlet sistemi, sadece yönetenlerin hukuku olmaya devam ediyor.
Oyundan sonra eve döndüğümde baktım ki “Gizli Oturum”u ilk kez, 1965 yılının Ağustos ayında “de yayınevi” baskısı olarak Bertan Onaran’ın çevirisinden okumuşum. Doğal olarak yeniden “hatmeyledim”. Sartre, kişinin kendisiyle ilgili sahip olduğu bilginin aslında başkalarının bakış açısından oluştuğunu öyle güzel anlatmış ki! Kendime baktığım zaman ya da konuştuğumda, kendi tümcemi sarf ettiğimi sanırken, kendimle ilgili başkalarının bakışlarını gördüğümü ve onların sözlerini söylediğimi yeniden anladım. Kendimi başkalarına bağımlı kıldığımı ve bu durumda esasında bal gibi cehennemi yaşadığımı bir kez daha kavradım.
“Gizli Oturum”da, çoktan öldükleri için sonsuza dek bir salonda toplanan üç kişi, her biri ötekinin vicdanında tutsak olduğundan, ebediyen kendi kendilerini yargılamaya ve yargılanmaya mahkumdur. Sartre’nin ünlü mü ünlü “Cehennem, başkalarıdır” sözü de (Bildiğim kadarıyla) zaten buradan “neşvü neva” bulmuş. Oyunu izlerken, sadece 1960’lı yıllara ve o yıllardaki yaşlarıma, o dönemdeki düşünce yapıma “nostalji” yapmakla kalmadım; kişinin yaşamın içinde varolma çabası verirken, bunu hep başkalarının isteklerine göre biçimlendirmesi ya da yapmak istediği her şeyde başkalarıyla ve onların yarattığı sorunlarla uğraşmak zorunda kalması sonucunda kendi özgürlüğünden sıyrılmasını ve toplum ilişkilerinin tutsağı olmasını bir kez daha anladım. “Ukala” demeyin sakın, yaşamıma o gün bugündür kendi sorumluluğumu üstlenerek bir anlam katan özgür insan olmamla övündüm.
Oyunun Yönetmeni Ergün Işıldar, Oktay Akbal’ın sapasağlam çevirisini de arkasına alarak, bu zor oyunda, bireyin özgürlüğe ulaşma çabasında başkalarının özgürlüğünü bulmasını (Anlam arayışı) kısıtladığının altını pek güzel çizmiş. Dışarı çıkılamaz, uyku uyunamaz, diş fırçası kullanılamaz, yatağı olmayan cehennemde bir araya gelen üç kişinin giderek daha çok konuşmaya, geçmiş yaşamlarından söz etmeye ve konuştukça da gerçek kişiliklerini ortaya dökmeye başlamalarını hiç de sıkıcı olmayan, akıcı bir biçemle anlatmış. Her birinin kendi geçmiş yaşamlarını önce çarpıtarak, yalanlar katarak, eksik bırakarak anlatırken, maskelerinin de yavaş yavaş düşmeye başlamasını; konuştukça kendilerini olduğu kadar karşılarındakini de yargılamalarını; bu anlamda birer mahkuma dönüşmelerini oyuncular da iyi canlandırmış. Sonuçta “Her birey kendi davranışından sorumludur” ve “İnsan kendine hangi rolü biçerse odur” iletilerinin seyirciye şıpınişi geçmesini sağlamış. Sonuç olarak başarıyı biçim-içerik uyumu içinde yakalamış.
Aynı Ergün Işıldar, yazarının “İkinci İmparatorluk (yani 1852–1870) tarzı bir salon. Şömine üzerinde bronz bir heykel” olarak betimlediği sahne düzenini hareketi, derinliği ve ihtişamı temsil eden Barok biçemin “İmparatorluk Üslubu” da denilen Ampir (Empire) ile birleştirmiş. Süs ve incelik yerine, daha ulvi ve ezici bir tarz yakalamış. Daha etkileyici, daha derin göndermeler yerine Barok’taki alışılagelmiş estetik çift sütunu yeğlemiş. Yalnız hareketi, derinliği ve ihtişamı simgeleyen Barok üslubu imparatorluk üslubuyla birleştiren şömineyi nedense pek fakir bırakmış. Şöminenin içine birkaç odun; dışına şömine siperliği, maşa takımı, odunluk koysa daha etkili olmaz mıydı, merakımdır, hakkımdır sorarım.
Tiyatroda kostüm tasarımcılığının yeni prensesi olmaya aday Gamze Kuş’un kostümleri karakterlerle mükemmelen özdeşleşmiş sözüm yok da, Estelle’in boynundaki inci kolye ucuna takılı haçı pek uyduruk bulduğumu söylemeliyim. Bir de hiçbir işlevi olmayan bordo çantayı keşke Inés’in eline vermeseymiş derim. Garcin’in çantasının içinde ne var Allah aşkına? Boş! Eee… O halde? Bari içine kağıt mağıt tıkıştırsınlar da çanta içinde bir şeyler var izlenimi verse! Boş çanta neden taşınır? Aynı “vaaz”ım Estelle’nin çantası için de geçerli elbette. Işık tasarımına imza atan Özcan Çelik, ışığıyla sahnedeki oyuncuyu, seyirciye en doğru, en başarılı, amaca ve tekniğine en uygun biçimde göstermiş. Tasarımını, oyunun tüm heyecan ve duygusunu zaman, mekan, duygu, tema, atmosfer, derinlik, perspektif ve üçboyutluluk düşünerek yapmış.
Oyun karakterlerini kurcalamaya geldiğimde yazarın “Estelle” olarak belirlediği karakterin neden “Etselle” olarak değiştirildiğini anlayamadığımı açık yüreklilikle itiraf etmeliyim. Dönek Muhalif Gazeteci Garcin’e yaşam veren Emre Narcı’yı sadece Engin Uludağ’ın “IV. Murat”ında, bir de gene Ergün Işıldar’ın “Eskici Dükkanı”nda izlediğimi ve “Yıldızlarımızın pek de barışmadığını” anımsıyorum. Bu kere, Garcin’in kişisel envanterini pek güzel çıkarmış tamam da, I. Sahnede: “Susun. Bağırmayacağım, inlemeyeceğim, ama her şeyi açıkça görmek istiyorum”, ve V. Sahnede: “Böcekler gibi,” diye başlayan tiratlarında o denli abartılı olmasına gerek var mı acaba, diye kendisine sormak isterim. Gene de canlandırdığı karakterle bütünleşerek iyi bir aktarım elde etmiş, ama bronz heykeli eline alıp kaldırmaya çalıştığı tablo inanıyorum ki daha sıkı bir çalışma gerektirirmiş.
Aşırı kibirli bir lezbiyen olan Inés’i canlandıran Ece Okay, hiç kuşkum yok ki kendi fiziksel parçalarını iyi tanıyan bir oyuncu. Dilimizi de, vücudunu da iyi kullanıyor. Diyaframı iyi bilen Okay’ın: “Gözlerinizi üzerinizden ayırmayacağım” tümcesini kullanırken düştüğü hatayı dil sürçmesine bağlıyor, aksini aklımın ucundan bile geçirmiyorum. Ayrıntıları dikkatle ele almasını, sahnedeki hareketlerini yerli yerine oturtmasınıysa yürekten alkışlıyorum.
Varoluşunu dış görünüşüyle anlamlandıran Sosyete Güzeli Estelle’de Özge Özder’iyse, Strindberg’in İsveçli Genç Rejisör Deniz Hellberg tarafından sahneye konulan “Baba” adlı oyununda yanılmıyorsam 2005–2006 sezonunda izlemişim ve: “… Genç oyuncu Özge Özder’i sorarsanız, merak buyurmayınız, büyüteç altına alındı Efendim” diye yazmışım. Kanım o ki, oyunculuk kişiliği de hızla gelişmiş Özder’in. Oyuncunun tutum ve davranışı arasındaki diyalektik ilişkiyi, oyuncunun o mini, mini minnacık temel taşını iyi öğrenmiş. Bu temel taşı, yeri geldiğinde kullanıyor ve sergiliyor. Estelle’i düşünce ve duygularıyla, sesiyle, dile getirebilme ve bedensel anlatım gücüyle sivriliyor.
Ece Okay, Özge Özder ve Emre Narcı’nın dışında, oyunun sadece ilk üç sahnesinde görünen, cehennem zebanilerini kat görevlisi kılığında temsil eden ve de “Garson” olarak çağrılmakta olan karakterde şimdilerde rol alan Enes Mazak’ı izleyemediğim için yorum getiremiyorum. (Benim gördüğüm tarihte “Garson” karakterine Osman Gidişoğlu can veriyordu. Gidişoğlu için üzgünüm, ama dışsal fiziksel aksiyonlara ruhsal yaşam katacak “Garson” karakterini elverişli malzemeyle dolduramamasının sıkıntısını çekiyor ve ne yazık ki o üç sahnede seyircisine de çektiriyordu.)
Kim ne derse desin, Ergün Işıldar’ın elinden çıkma “Gizli Oturum”, seyredilmeyi ve alkışlanmayı hak ediyor.
ÜSTÜN AKMEN
ÖNCEKİ HABER

‘Kenetlendikçe kurtuluruz kan emicilerden’

SONRAKİ HABER

TEB başkanı, Başbakan’ı akşam yemeğine davet etti

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...