09 Mart 2010 00:00
Amerikan sinemasının cesareti
Son yılların en sönük Oscar töreninin, birden fazla mazereti var.
Son yılların en sönük Oscar töreninin, birden fazla mazereti var. Hollywood, bırakın dünya çapını, Amerika çapında sinema seyircilerini heyecanlandıran filmler üretmekte zorlandığından, Oscar töreni de ancak sınırlı bir merak yaratabildi.
Dahası da var: Konuşmaların kısa tutulması, töreni sıkıcı ve uzun konuşmalardan kurtarıp canlandırmadı, sadece teşekkür kalabalığı yarattı.
Sonuç, aday sayısının arttığı değil azaldığı bir Oscar oldu. Soru, Avatar mı, Ölümcül Tuzak mı şeklindeydi. Cevap, ikincisi oldu.
Oyuncu adaylıklarında favori olarak gösterilen tek isim vardı. Tereddütsüz Jeff Bridges ve Sandra Bullock, heykelcikleri de kaptı. Aslında Meryl Streep dururken başkasına ödül vermenin mantıksız olduğunu herkes bildiğinden, Streepin payına bol bol Bu kadar çok aday olunur mu esprileri düştü.
Özellikle bu iki iddialı aday film üzerine yapılan tartışmaların gösterdiği bir şey var. O da, bizim Türkiyeli seyircinin filmleri en politik gözle izleyen seyirci olduğu. Avatarı da haftalarca Irak işgaline karşı bir film olarak yorumlayan bizdik, oysa Amerikada kimse bunu aklına bile getirmiyordu. Film bir işgal hikayesi anlatıyordu ve kötüleyerek anlatıyordu ama Irakla paralellik kurmaktan uzak duruyordu aslında. Yönetmen James Cameron da her fırsatta orduyu çok sevdiğini söyleyip durduğundan, bu bizim evhamımız olarak kaldı.
Ölümcül Tuzak, Oscarını aldıktan sonra daha fazla gündeme gelecek. Onun da kaderinin Avatara benzememesi için bir neden yok. Film, Iraka iliştirilmiş bir gazeteci olarak giden Mark Boal tarafından yazılan bir senaryoya dayanıyor. Iraktaki bir bomba imha timinin hikayesi, yaşanmış birçok olayı da içeriyor. Dolayısıyla, psikopatlaşmış, insanlıktan çıkmış, bir dahaki izinlerini bekleyen ve bu sürede her gün kelle koltukta, ölümle yüz yüze gelen, arkadaşlarını kaybeden, paranoyaklaşıp bütün Iraklıları düşman belleyen genç adamlar filmin kahramanı. Ölümcül Tuzakın önemi, bu adamların günlük hayatlarını, şimdiye kadar Amerikan sinemasının yapmadığı bir yakınlıkta, bir sahicilikte anlatması.
Ama bunun onu savaş karşıtı bir film yaptığı, Irak işgaline bir eleştiri içerdiği sonucuna varmak, ne kadar da iyi niyetli bir yorum olur...
Güya işin insani tarafına dikkat çeken film, savaşın nedenlerine, Iraklıların yaşadıklarına ilişkin herhangi bir insani çıkarım yapmadan hikayesini anlatıp gidiyor. Oscar töreninden önce Ölümcül Tuzak ekibinin yaptığı konuşmada, hiç de eleştirel bir tutumları olmadığı açıkça belli oluyordu. Dilekleri, askerlerin Bir an önce sağ salim evlerine dönmesinden ibaretti.
Oscar töreninin Amerikan politikalarının eleştirildiği arenalara dönüştüğü yıllar çok geride kalmadı. Marlon Brandoya kadar gitmeye gerek yok, daha birkaç yıl önce Michael Moore kürsüden Irak işgalini eleştiriyordu. Bu yılın töreni ise, daha ehlileşmiş, çatlak seslerin bile çıkmadığı bir Hollywood manzarasında yapıldı. Bu heyecansız ortamda sıkıcılığı aşmak komedyenlerin çabalarına bırakılmıştı.
Bu yılın en muhalif hamlesi, doğal hayatla ilgili belgesel yapan bir vatandaşın, seyircileri cep telefonlarından mesaj atmaya çağırmaya çalışmasıydı. Onu da göstermeyerek engellediler.
İlginç bir ayrıntı da, Ölümcül Tuzak filmini çekenlerin sürekli yaptıklarının büyük bir cesaret işi olduğunu söylemeleriydi. Yönetmen, yapımcıları cesaretinden dolayı kutladı, öteki senaryo yazarını cesur buldu, beriki ekibin cesaretine teşekkür etti. Yani, filmde politikayı eleştiren bir şey olmasa da, Amerikan askerleri hiç hata yapmayan kahramanlar değil, zaafları olan insanlar olarak yansıtılmıştı alt tarafı. Cesaret derken bunu kastediyorlardı.
Amerikan sinemasının cesaretinin sınırları Ölümcül Tuzak konseptiyle çok trajik bir şekilde belirlendi. Sonuçta, törende çatlak ses bile olmadığı gibi, en iyi film ödülünü alanlar da bütün dünya halklarının bedduasını alan Amerikan ordusuna selamını gönderince, Pentagon reklam filmi gibi bir tören izlemiş olduk.
Çağdaş Günerbüyük