23 Mart 2010 00:00
GERÇEĞİN GÖZÜYLE
Konuşma üslubu üzerine bize öğüt veren ustalarımız dilin kemiği yok uyarısını yinelerlerdi sıkça.
Konuşma üslubu üzerine bize öğüt veren ustalarımız dilin kemiği yok uyarısını yinelerlerdi sıkça. Düşünmeden, söyleyeceklerinizi akıl süzgecinden geçirmeden konuşmaya başlamanın sakıncalarını sıralarlardı. Karşındaki kim olursa olsun en az kendin kadar akıllı olduğunu varsayarak söze başla diyen bir politikacı büyüğümün öğüdünü ise yaşamım boyu rehber edindim; çok da yararını gördüm.
Başbakan Erdoğanın Türkiyede kaçak çalışan Ermenistan yurttaşları için sarf ettiği ırkçılık kokan sözlerini duyduğumda düşündüm bunları. Sahi bizde politikacılar konuşurken neden bu denli dikkatsiz ve rahatlar? Sözlerini düzeltmeye kalktıklarında ise yeni potlar birbirini izliyor. Belli ki halkı küçümsüyorlar. Kendi doğrularını tartışmak akıllarından bile geçmiyor. Eleştiriye hiç tahammülleri yok. Örneğin iktidar partisine demokratik açılımları için baştan beri destek veren kimi köşe yazarlarının, son Ermeni meselesinde görüldüğü üzere, kaleme aldıkları en küçük eleştiri bile başbakanı kızdırmaya, köşe yazarlarına çıkışmak için vesile yaratmaya yetiyor. O zaman da ister istemez düşünüyorsunuz. Böyle siyasi liderlerle nasıl bir demokrasi bekliyor Türkiyeyi?
21 Mart tarihli Radikal gazetesinde Gündüz Vassafın enfes bir yazısı vardı. Türkiyede darbe ve karşı darbe başlığını taşıyan yazısında Vassaf topluma dayatılmaya çalışılan önemli bir yanıltmaya değinerek şöyle diyordu: Ezbere o kadar alışmışız ki, ezber bozalım derken ezber bozmayı ezberlemeye başladık. Gerçekten de akademisyen, araştırmacı, yorumcu kimliği ile ekranda boy gösteren, gazetelerinde yorum yazanların pek çoğu yeni diye ortaya attıkları ilginç tezlerinin, çıkışlarının bir dönemde neden tersini savunduklarına değinmiyorlar hiç. Onca devlet zorbalığı karşısında neden sessizliklerini koruduklarından da söz etmiyorlar. Ülke sorunlarına duyarlı herkesin okuması gerekli diye düşündüğüm bu yazıdan sonuç cümlesini de alıntılayarak okurla paylaşmak istiyorum:
Son ezber, Türkiyede yeni bir çığır açıldığı, demokrasiye kavuşulacağı. Öyle mi, yoksa demokrasinin olmazsa olmazı, yargı, yürütme ve yasama, giderek tek bir görüşle örtüşen tek bir partinin elinde mi toplanıyor?
Bu arada bunca kararlı demokrat arasında vicdani ret hakkından söz eden niye yok diye de sormadan edemiyorum.
Elbette kerametleri kendiden menkul AKP eksenli demokrasi savunucularının ne vicdani retle, ne faili meçhullerle, ne emekçilerin hak talepleri ile,ne de sendikalaşmanın önüne çıkarılan engellerle ilgileri var. Azınlık sorunlarına bakışları da içtenlikten yoksun.
Alman Yazar ve Şair Wolfgang Bochert İkinci Dünya Savaşının acılarını yaşamış, cephede hastalıklarla boğuşurken, savaş karşıtlığı suçlaması ile hapiste çürütülmüştü. İsviçrede bir hastanede öldüğünde sadece 26 yaşındaydı. Oysa ardında Kapıların Dışında gibi günümüzde de geçerliğini koruyan görkemli bir savaş karşıtı tiyatro oyunu, birbirinden güzel kısa öyküler ve şiirler bıraktı. Alman yazınının önde gelen yazarlarından biri olarak geçti edebiyat tarihine. Borchertin önemli çalışmalarından biri de ölümünden hemen önce yazdığı Savaş Karşıtı Manifesto idi. Vicdani ret denildiğinde akla gelen metinlerden. İşte bu
Manifestodan salt birkaç bölümü Celal Üsterin çevirisinden aktarmak istiyorum:
Sen. Makinenin başındaki adam, atölyedeki adam. Yarın sana su boruları ve yemek kapları yapmayı bırakıp miğferler, mitralyözler yapmanı emrederlerse yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen tezgahın arkasındaki kız, büroda çalışan kız, Yarın sana el bombalarını doldurmanı ve keskin nişancı tüfeklerine dürbün takmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen fabrika sahibi. Yarın sana talk pudrası ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
(...)
Sen. Odasındaki şair. Yarın sana aşk şarkılarını bırakıp nefret şarkılarını söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
TURGAY OLCAYTO