Sonu belli olmayan bekleyiş
Türkiye’de yaklaşık 18 bin sığınmacı var, 11 bine yakın kişi yerleştirme bekliyor. Türkiye’de kriterleri uygun olmadığı, kaçma nedenini ispat edemedikleri, ya da dosyası gönderilmek istenen ülkeden ret aldığı için bekleyen 7 bini aşkın kişi var. Yılda en fazla 5 bin kişi mülteci statüsünde başka bir ülkeye gidebiliyor. Geride kalanların hikayesi Rebuar, Azad Che ve İbrahim’in hikayesindeki gibi…
GİTTİĞİMİZ HER YERDE ÜCRETLERİ DÜŞÜRDÜĞÜMÜZ İÇİN İŞÇİLER DE SEVMİYOR BİZİ
İsmini vermek istemediği için kendisine bir takma ad koymasını istediğimiz genç adam “Rebuar” diyor, anlamı “Yolcu”. Rebuar, 8 yıl önce başlayan kaçış öyküsünün 6 yılını Van’da geçirmiş. O da politik nedenlerle ülkesini terk etmek zorunda kalanlardan. Kendisini bulmak için işkence edilen 63 yaşındaki annesi öldükten sonra artık daha fazla o ülkede yaşayamayacağına karar vererek kaçak yollarla Türkiye’ye gelmiş. “Yol iyiyse, hava şartları ve kaçakçın iyiyse iki gün içinde gelirsin buraya” diyor. Bütün prosedürleri tamamlarken, kendisine destek olan bir sığınmacının yaşadığı eve gitmiş ilk gece. Van Kalesi civarlarında, yıkık dökük, pencerelerinde cam yerine muşamba olan bir evmiş bu. 3 ay burada kaldıktan sonra kendi deyimiyle “o evden daha virane bir eve” taşınmış Terzioğlu Mahallesi’nde. “Sabah 6’dan akşam 9’a kadar günde 4 liraya çalışıyordum bir fırında. Diğer işçiler 20 lira alıyordu. Evde halı bile yoktu. Sadece 2 battaniye. Sonra başka bir sığınmacıyla tanıştım, onların evi daha büyüktü, daha temizdi. Bir odalarını bana kiraladılar. Eve sadece ekmek getirebiliyordum yemek için”. Sonra onun ücreti düşük olduğu için diğer işçilerin de ücretini düşürmek istemiş fırının sahibi, işçiler tepki göstermişler. “Haksızlığa gelemedim, ben ayrıldım işten” diyor. Bu sürgit böyle devam etmiş 6 yıl boyunca aslında. Yaşadığınız en büyük zorluk neydi sorumuza şöyle cevap veriyor: “Herkes menfaatçi bir gözle bakıyor bize. Çalışıyoruz, aylarca para vermiyor, ne de olsa hak talep edecek halimiz yok. Bir briket fabrikasında çalıştım taşımacı olarak, tonlarca briket taşıyorsun el arabasıyla, sefer başı üç lira, yükleme indirme dahil. Bize eldiven bile vermiyorlardı, ellerim paramparça oluyordu. Mikrop kaptım, doktora gitmek diye bir şey yok eğer sığınmacıysan. Oradan da paramı alamadım. Diğer arkadaşlarım gibi inşaatta çalıştım. Biz sığınmacılara günde 15 lira veriyorlardı, diğerlerine 35. Gittiğimiz her yerde ücretleri düşürdüğümüz için işçiler de sevmiyor bizi. Bizim durumumuz öyle ki, İran’da Kürt’üz, haklarımızı istedik, bize zulüm verdiler, burada sığınmacıyız, yaşadığımız yine zulüm”. Rebuar da “dosyası kapalı” olanlardan, yani Kanada’ya mültecilik başvurusunda bulunmuş, ancak kriterleri karşılamadığı için dosyası geri gönderilmiş. Bekliyor.
Sonu belli olmayan bir bekleyiş bu. “Ailenle görüşme imkanın var mı?” diyoruz, kafasını eğiyor. Depremi soruyoruz, “Ben hayatımda böyle bir şey görmedim, savaş çıktı sandım, böyle uçaklar bomba atıyor gibi. Bütün arkadaşlarımın öldüğünü düşündüm. Buraya nasıl geldim bilmiyorum, baktım herkes sağ, oh dedim”. Sonra Fuat’ın bulduğu çadıra yerleşmişler. Nöbet usulü uyuyarak 15 kişi kalıyorlarmış bu çadırda. “BM kararına göre Van’ı terk etmem gerekiyormuş. 6 yıldır çok alıştım buraya. Düzensizlik içinde düzen ne de olsa. Çalışacağım işi biliyorum, alacağım parayı biliyorum. Buradaki arkadaşlarım nereye giderse ben de oraya gitmek isterim ama seçme şansımız yok. Umarım sıcak bir yer olur, Mersin mesela. Orada iş de bulurum belki” diyor. Rebuar, gitmek istediği Mersin’e gidemedi ne yazık ki…
‘KIDEMLİ’ SIĞINMACI AZAD CHE
Çadırdaki diğer sığınmacının şapkası, sanki yıllardır başından hiç çıkarılmamış gibi. Üzerindeki Che armasının bir zamanlar kırmızı olduğu belli ama şimdi uçup gitmiş rengi. “Senin adın Che olur herhalde yazımızda?” diyoruz, gülüyor, “olur, ama Azad’ı da ekle” diyor. Şapkayı İran’ı terk ederken takmış kafasına, “o zamandan beri çıkarmadım. İran’da askere gidenlerin kıdemi şapkasından belli olur. Uzun zamandır orada olanların şapkası renk atar, solar. Ben de BM benim şapkamı görsün de ne kadar kıdemli bir sığınmacı olduğumu anlasın diye hiç çıkarmıyorum kafamdan” diyor.
Doğru, 8 yılını Van’da bekleyerek geçirmiş bir sığınmacı “kıdemli” olur gerçekten. İran’da müteahhitlik yapan, “solcu” olduğu için sürekli ölüm tehdidi alan Azad Che kızı ve eşini bırakarak, 5 gün yürüdükten sonra vardığı Van’da insanlardan değil de kurumlardan çok çekmiş kendi deyişiyle. “Neden?” diyoruz, “sığınmacı olmak dünyanın her yerinde zor, ama Türkiye’de daha da zor. Kurumlarda köpek gibi muamele görüyoruz. İnsan mıyız hayvan mıyız belli değil. Biz iyi koşullar aramıyoruz, biz sığındık buraya, ama bize sığınmacı olarak sağlamaları gereken hiçbir şeyi sağlamadıkları gibi bir de zorluk üstüne zorluk çıkarıyorlar. İmza atmaya gidersin azar, dosyanı sormaya gidersin hakaret, iş ararsın köle muamelesi…”. “Ne talep ediyorsunuz peki kurumlardan” sorusuna “İşlerini yapmalarından başka hiçbir şey istemiyoruz” diyor. Vanlılarla araları nasıl peki, ön yargılarla karşı karşıya kalmışlar mı? “Aslında halkla çok sorunumuz yok, ekmek kavgasına girmedikçe tabi” diyor. “Kaynakçılık, inşaat işçiliği, hamallık yaptım. Biz 1 alıyorsak diğerleri 5 alıyor. Bizim 1’imizi bile vermiyorlar. Aylarca çalıştım inşaatta, 100 liram kaldı. Deprem olunca adamdan paramı istedim, beni başka bir ile göndereceklerini, hiç param olmadığını söyledim. Adam bana ‘Ben de deprem mağduruyum’ dedi.
Haklı tabii. Bir şey diyemeden geldim.”. Sözü dönüp dolaştırıp “kurumlara getiriyor”. “Halka derdimizi az çok ifade edebiliyoruz, aslında bize yapılanla onlara yapılan arasında hiç fark yok. Depremde de gördük işte. Kurumlar bize nasıl davranıyorlarsa, devlet de Kürtlere öyle davranıyor. Bizim kimsemiz yok, o yüzden zulmü daha çok çekiyoruz” diyor. Sığınmacıların çadırında kurulan www.eshterak.info sitesinin yazarlarından o da. O yüzden bir yandan konuşurken bir yandan da yazıyor bir şeyler. “Hangi gazeteydi sizinki?” diye soruyor “Evrensel” deyince “Bizi haber yapmaya gelen bir tek siz varsınız, siteye yazacağım bunu” diyor gülerek. Bu internet sitesi Azad Che için çok önemli. “Kendimizi o kadar çaresiz ve yalnız hissediyorduk ki bu site bize dünyaları açtı, insanlara sesimizi duyuralım, biz buradayız, Van’da enkazın ta dibindeyiz diyelim istedik. İnternet sitemize destek bekliyoruz”.
GEÇEN ZAMAN BANA SIĞINTILIĞIMI, KIZIMA DA YURTSUZLUĞU YAŞATIYOR
İbrahim, sohbetimiz sırasında hiçbir şey söylemeden notlar aldı. Biraz çekimserdi, niyetimizi tartıyor gibiydi. Akşama yaklaşıp, hava iyiden iyiye soğuyunca çadırdaki battaniyelerden birini uzattı sonra bize, barış anlaşması gibi. Sonra o koşullarda ne yapılıp edilip “misafire” demlenen çaylar geldi. İbrahim konuşmaya başladı çayla birlikte. “Beni en çok yaralayan şey ‘zaman’. Öyle yavaş geçiyor ki, öyle rezillikle geçiyor ki”. 33 yaşındaki İbrahim, 4 senedir sığındığı Van’a sonradan eşini ve kızını da aynı yollarla getirmiş yorgun bir baba. 9 yaşındaki kızı burada başlamış ilkokula, dil bilmeden, şehri ve yaşamı bilmeden. “Diğer çocuklar da Türkçe bilmedikleri için doğru düzgün, beraber öğrendiler gitti” diyor. Ama “diğer çocuklar” gibi değilmiş kızı. “Sınıfın en çalışkanı olduğu için önce başkan yapmış öğretmen onu. Sonra da ‘sen sığınmacısın, başkan olamazsın’ demiş. Burada geçen zaman bana sığıntılığımı, kızıma da yersiz yurtsuzluğu yaşatıyor. Ben hiç değilse vatanımın hatıralarına sahibim. Kızım ise hiçbir yerli” diyor. Yeni bir hayat kurmayı da en çok bu yüzden istiyor zaten, kızı “bir yerli” olabilsin diye. O da “kurumlar”dan dertli ve Van’da özel bir ayrımcılık yapıldığını düşünüyor: “Sanki Van’daki ofis BM’ye bile bağlı değil. Prosedürler kat kat uzun, buradaki bekleme süresi başka hiçbir yerde yok. Başka illerde Sosyal Yardımlaşma Vakıfları aracılığıyla sığınmacılara gıda, kömür yardımı yapılıyor, bize yok. Burada 10 yıldır bekleyen sığınmacılar var”. Başka yer olarak ifade ettiği yerler de Türkiye’ye sığınanların yerleştirildiği Nevşehir, İstanbul, Konya gibi iller. “Depremden sonra her şey daha kötü. Şimdi ben ailemi alıp nereye gideceğim, nasıl, neyle gideceğim? Hiçbir sorunun cevabı yok. Sadece ‘Gidin buradan’ deniyor bize. Sabah eşim üç beş parça eşyamızı topluyordu ağlayarak. ‘Toplama’ dedim. Neyle götüreceğiz ki o eşyaları? Siz geziyorsunuz şehri, eğer daha çok ihtiyacı olan biri varsa bize söyleyin, eşyaları onlara bırakalım”. Biz, bu cümlenin ardından birbirimize bakıyoruz. Söyleyecek başka söz yok.
YARIN: Sığınmacılığın kadın hali
Evrensel'i Takip Et