26 Nisan 2010 00:00

Sinemasız ülkenin sinemacısı

Irak’ta geçen hikayeleri, Amerikan sinemasından izlemeye alıştık neredeyse. Hollywood, işgal altındaki ...

Paylaş

Irak’ta geçen hikayeleri, Amerikan sinemasından izlemeye alıştık neredeyse. Hollywood, işgal altındaki Irak’ta geçen filmleri Iraklı sinemacılardan daha çok çekiyor; çünkü adı üstünde, Irak işgal altında. Az da olsalar, kendi öykülerini kendi dillerinde sinemaya aktaran Iraklı sinemacılar da film çekiyor. Muhammed El Deredcî (Mohamed Al Daradji) bunlardan biri.
El Deredcî, geçen hafta İstanbul Film Festivali’nin konuğu olarak İstanbul’daydı. 32 yaşındaki genç yönetmenin üçüncü filmi Babil’in Oğlu da, festivalin Sinemada İnsan Hakları bölümünde gösterildi.
Amerikalılar, işgali haklı gösterecek filmleri art arda yapıyorlar da, bir Iraklı için Irak’ta film çekmek, Amerikan askerleri tarafından tutuklanmak anlamına bile gelebiliyor zaman zaman. El Deredcî’nin başına gelenlerden sadece biri bu. Yönetmenin son filmini çekerken yaşadığı başına gelen de, senaryosunu istedikleri gibi değiştirmediği için devletten destek alamamak olmuş.
Babil’in Oğlu, Saddam döneminde kaybolan oğlunu aramak üzere işgal Irak’ında yola çıkan Kürt bir annenin ve torununun yolculuğunun öyküsü. Geçmişle yüzleşme, kayıpları arama, kardeşlik ve çaresizlik, yolda karşılarına çıkan duraklardan bazıları...
Yokluklar içinde film yapılan Irak sinemasının genç temsilcisi El Deredcî ile Babil’in Oğlu filmi, Kürtlerle Arapların ilişkisi, film çekmek ve derdini dünyaya anlatmak üzerine konuştuk.

Babil, antik bir medeniyet. Bir Iraklı için nasıl bir miras anlamına geliyor?
Babil, Dicle ve Fırat’ın ortasında, Fırat’a daha yakın bir medeniyet. Irak halkı için çok önemli bir miras, çünkü Iraklılar için manevi olarak Babil’den geldiğimizi düşünmek güzel. Tarihte 35 ordu Babil’i işgal etmiş ama orada kalamamış. Babil’in Oğlu filmini çekerken bunu da düşündük. İçinde yaşadığımız dönemde daha da önemli.

Filmdeki nine ve torun, Kürtler ve Arapların yaşadığı bölgeye gidiyorlar. Eski bir askerle tanışıyorlar ve biraz gerilim yaşanıyor; asker Kürtlere karşı savaştığı için. Irak’ta bu iki halk arasındaki ilişki nasıl?
Aslında Araplarla Kürtler arasında bir sorun yok ama yöneticiler arasında var. Saddam Hüseyin, Irak’ın kuzeyinde de güneyinde de, Araplara karşı da Kürtlere karşı da soykırım yapmış biriydi. Filmde oynayan kadın, karakteri gibi Kürt ve Arapça bilmiyor ama benimle çalışmaktan memnundu. Hatta biraz Arapça biliyordu, onu da cezaevinde öğrenmiş.

Ne zaman yatmış?
1987’de. Kocasını götürmüşler, ondan hiç haber alamamış. Belki toplu mezarların birindedir ama bilmiyoruz.

Filmde de oğlundan haber alamayan bir kadını oynuyor, aynı kadın...
Profesyonel bir oyuncu değil o. Filmdeki hiçbir oyuncu profesyonel değil. 22 yıl önce kocasını kaybetmiş. Kendisi beş yıl politik nedenlerle içeride kalmış, bir bebeği olmuş ama cezaevindeyken ölmüş. İşte orada, birlikte kaldığı Arap kadınlardan Arapça öğrenmiş ki, gardiyanlarla, askerlerle konuşabilsin. O kadınlardan örtünmeyi de öğrenmiş, çünkü gençliğinde güzel bir kadınmış ve askerler ona bir şey yapabilir diye çekinmişler. Yüzünü şöyle ört diye göstermişler. Onun Araplarla bir sorunu yok, benim de Kürtlerle bir sorunum yok.

Affetme meselesini biraz konuşalım. Önceki filminiz Ahlam’da (Rüyalar) da buna değiniyorsunuz, Babil’in Oğlu’nda da var...
Filmlerimde Irak’ın geçmişine bakıyorum, 2003’ün de öncesine. Çünkü biz çok hata yaptık. Yani siyasetçiler çok hata yaptı. Öyle olmasa, Amerikalılar gelip Irak’ı işgal edemezdi. O zamanki hükümet, halkını koruyan bir hükümet değildi; halka karşıydı, bir diktatörlüktü. Onun için bunu çözümlemek ve geçmiş hakkında konuşmak önemli. Hatalar yapıldı. Şiddet kültürü, intikam kültürü yaratıldı. Bu filmde, geçmişin suçlarının ortaklarından eski Cumhuriyet Muhafızlarından intikam almamız gerekiyor demedim. Filmdeki eski Cumhuriyet Muhafızı da gelip af diliyor ve kadın onu affediyor. Gerçekte, onu affetmesi o kadar kolay olmadı. Ama affetmeyi öğrendi. “Geri dönüp de yeniden savaşamayız” dedi. Kocasıyla ilgili gerçeği öğrenmek istedi, en önemlisi. Benim filmdeki amacım, adalet istemekti ve affetmeyi önermekti.

Film için “Irak’ta çekim yapmak kabus gibi” demişsiniz. Nasıl bir kabustu? Neler yaşadınız?
Sonuçta savaş bölgesindesiniz. Olağanüstü koşullar var.

Hâlâ mı durum öyle?
Hâlâ... Yani, önceki filmim Ahlam için çok daha büyük sorun yaşamıştım. Kaçırıldım, Amerikalılar beni hapse attı...

Hapse mi attılar? Nasıl?..
Evet evet, öyleydi geçen sefer. Bu kez Irak polisi ve ordusunun beni korumasını istedim. Ama yine de normal bir hayat sürmek için, sinema yapmak için koşullar ağır. Küçük bir örnek vereyim. Orada kargo şirketi sadece Bağdat’ta var. Güneyde yok. Ben filmi 35 milimetreye çektim, Irak’ta laboratuvar olmadığı için onu İngiltere’ye göndermem gerekti. Ama oradan gönderemedim. Bağdat’a kadar taksi tuttuk; fotoğraflarını çektik, plakasını aldık, adamın numarasını aldık, Bağdat’a yolladık. Biri onu Bağdat’ta karşıladı, filmi kargoya verdi. Bütün malzemeyi Irak’ın dışından aldık. Elektrik yok Irak’ta. Bağdat’taki sahnelerin güvenliğini almak çok uzun sürdü. Oradaki sahneler çok uzun olmamasına rağmen altı hafta çekim yapmak zorunda kaldık. Irak’ta hiçbir kurum olmadığı için finansal olarak bize kimse yardım etmedi. Çekim yapmak kabus gibiydi ama sonunda değdi.

Sizin filmleriniz dünyadaki festivalleri dolaşıp da gösterilince, birçok insan Irak’ta, bölgede yaşananları görmüş oluyor. Nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Benim bundan önceki filmim, 120 festivalde gösterildi, bütün dünyada. Bu filmle de birçok festivale gittim, daha da çoğuna davet edildim. Mesela ABD’deki bir gösterimde, insanlar izleyince geliyor, ağlıyor, sarılıyor bana; özür diliyor, “Bilmiyorduk” diyor... Berlin’de de biletler tükendi, insanlar sevdi.
Medya, Irak’taki insanları sadece rakamlar olarak haber yapıyor. Şu kadar kişi öldü, bu kadar petrol çıktı... Ama insan hikayelerini göstermiyorlar. Orada oğlunu arayan anneyi anlatmıyorlar. Dünyanın her yerinde anneler çocuklarını arayabilir; Türkiye’de de, Çin’de de... Bu yüzden bu kadar etkileyici oluyor. İnsanlar gelip elimi sıkıyor, “Böyle bir film yaptığınız için teşekkür ederiz” diyor. Demek ki işe yarıyor.

Filminizin çok uzun bir yapımcı listesi var. Irak, İngiltere, Fransa, Filistin, Hollanda, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır... Neden öyle?
Çünkü Irak’ta filme destek olacak bir kurum yok, söylediğim gibi. Biz de birçok yerden ortak yapımcı bulmaya çalıştık. Filmin bütçesi epey yüksek ama Irak hükümetinden bir tek kuruş almadık. Senaryoyu değiştirmem dedim, o zaman da verecekleri destekten oldum.

Nasıl yani; başvurdunuz, senaryoyu değiştirirsen veririz mi dediler? Nereyi değiştirmenizi istediler?
Evet, aynen öyle oldu. Doğrudan hükümete başvurmadım da, devletin kültür alanındaki danışmanlarından birine filmi anlattım. Senaryoyu, fikri beğendi. “Ama” dedi; “ana karakteri Kürt değil de Arap yaparsan, sana 250 bin dolar veririz...” Ben de dedim, ne diyorsun sen? Bu bir yol filmi, Irak hakkında bir film; Kürtmüş, Arapmış, Türkmenmiş, onun filmi değil. Reddettim. Aynı şey, Kürt hükümetiyle de oldu. Onlar da “Bu film Bağdat hükümetinin propagandası” dediler. Filmin adını değiştirmemi istediler. Onları da reddettim. Ben de bu yüzden başka ülkelerden yapımcı aradım.

Babil’in Oğlu’nun Türkiye’de gösterilmesi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Filmimin Türkiye’de gösterilmesini çok önemsiyorum, çünkü biz komşuyuz ve buradaki insanların bizim hikayelerimizi görmesi iyi olur. Yakın ilişkilerimiz var, birçok şirket iş yapıyor. Mesela benim annem Türkiye dizilerini izliyor. Nur diye çok ünlü bir dizi var, bütün Irak onu izliyor. Onun için Türkiye halkının, bu filmi izleyip bizim hakkımızda daha çok şey öğrenmesini önemsiyorum.
(İstanbul/EVRENSEL)

SİNEMA YOK, FİLMLERİ KÖY KÖY GEZDİRİYORUZ

Irak sinemasında durum nedir? Eskiden nasıldı, şimdi nasıl? Film çekilebiliyor mu, gösterilebiliyor mu?
1991’den önce, her yıl 2-3 film yapabiliyorduk. 1991’den sonra hiç film yapılamadı, çünkü Birleşmiş Milletler boykotu olduğu için dışarıdan film malzemesi alamıyorduk. Dediklerine göre o malzemeden kimyasal silah yapılırmış. Evet evet, öyle diyorlardı. Yani 2003’e kadar hiç film yapılamadı. Sinema salonu olarak da, bütün Irak’ta 300’ün üstünde salon vardı. Savaş sırasında hepsi zarar gördü. Şimdi bir ya da iki salon kaldı.
Sinemaya gitme kültürü zaten kalmadı. Akşam yediden sonra Bağdat’ta dışarı çıkmak pek güvenli değil. Aileler çıkıp sinemaya gitmiyor, zaten sinema da yok. Şimdi 2 yılda 2-3 film yapılabiliyor güneyde, Bağdat’ta. Kuzeyde yılda 2-3 film yapıyorlar, Kürt bölgesinde. O bölgede güvenlik daha iyi ama orada da bir mi, iki mi ne sinema salonu var.
Ondan önce, Irak’ta çok iyi bir sinema kültürümüz vardı. Ben gençken, İbrahim Tatlıses’in filmi de gelirdi, Hint filmi de gelirdi, Mısır filmi de, Amerikan filmi de, Rambo da... Bir keresinde İbrahim Tatlıses’in bir filmi gelmişti, çok uzun bir bilet kuyruğu vardı, hatırlıyorum. Gençken, hadi sinemaya gidelim derdik, giderdik. Ama bugün Irak’ta 25 yaşın altındaki insanlar, hayatlarında hiç sinemaya gitmemiştir.
Sinema endüstrisi diye bir şey yok. Biz onu baştan kurmaya çalışıyoruz. Onun için de, gezici sinema yaptık. Filmleri köylerde, okullarda, üniversitelerde gösteriyoruz. Ben bundan önceki iki filmimi bayağı gezdirdim; çünkü filmim izlensin de istiyorum, başka şansım yok.

FİLM BİR KAMPANYAYA DÖNÜŞTÜ
Filmimizle birlikte kayıpların bulunması için bir kampanya yürütüyoruz. Filmin ana karakteri, kocasına neler olduğunu öğrenmeye çalışıyor, oradan yola çıktık. Çünkü Irak’ta bu konuda insanlara yardımcı olacak bir organizasyon yok. Şu anda 300’ün üstünde toplu mezar var ve 55 toplu mezar ancak açılabildi. Yani toplu mezarları biliyorlar ama dokunmuyorlar. Tahmin edildiğine göre bir milyonun üstünde kayıp insan var. Bu kampanyayla sorulara yanıt arayan insanlara belki bir miktar yardımcı olunabileceğini umuyoruz. Filmi sadece sinema olsun diye yapmadık, bir şeyler değişsin istiyoruz.

Çağdaş Günerbüyük
ÖNCEKİ HABER

Eleştirmenlerin Ankara ödülleri verildi

SONRAKİ HABER

Meclis’teki ‘yumruk’lar

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...