09 Mayıs 2010 00:00

RIFAT ŞUNGAR : Arkamı kollamadan yaşamak istiyorum

Magazin kafası çok acayip. Normal olanı “akıl almaz”, en saçma sapanı da “sıradan” görebilmeyi başarıyor. Ahmet Rıfat Şungar, ilk kez beyazperdede göründüğü Üç Maymun’la Cannes’a gittiğinde, Kırmızı Halı için “Sadece bir halı” dediği için ukalalıkla suçlanmıştı. Halıya halı muamelesi yapmak ve triplere girmemek anormal karşılanıyor

Paylaş

Magazin kafası çok acayip. Normal olanı “akıl almaz”, en saçma sapanı da “sıradan” görebilmeyi başarıyor. Ahmet Rıfat Şungar, ilk kez beyazperdede göründüğü Üç Maymun’la Cannes’a gittiğinde, Kırmızı Halı için “Sadece bir halı” dediği için ukalalıkla suçlanmıştı. Halıya halı muamelesi yapmak ve triplere girmemek anormal karşılanıyor.
İlk yurtdışı yolculuğunu ünlü halı üzerinde arz-ı endam etmek için yapmış olması, bence de bayağı afili bu arada.
Es Es isimli televizyon dizisinde canlandırdığı Uras karakteri, benim gibi dizi sevmezlerden bile sempati toplamıştı. Zira, sempati toplayan “halıya halı” diyecek, sokakta her an karşılaşabileceğimiz gerçekçi bir karakter olmasının yanında, herkeste karakterle oyuncu arasında büyük bir benzerlik bulunduğu duygusu uyandırmasıydı. Bu “herkes”ler yanılmamıştı. 21 yaşına kadar Kartal’da yaşayan Şungar, pek çok Uras hikayesinin içinde yetişmiş, kendisinin de “racon kestiği” dönemler olmuş. En son Onur Ünlü’nün Beş Şehir’inde rol alan Şungar, çok sevdiği mahallesi de diğerleri gibi güvensizleşirken, her yeri kendi mahallesi gibi hissedebileceği bir dünya hayal ediyor.

Pek dizi konuşma heveslisi değilimdir ama “Es Es” özel bir işti. En azından başlangıcı… Senin hayat hikayenle de kesişiyor. Sen de bu duygularla mı başlamıştın diziye?
Diziyi kabul etmemdeki en büyük neden; varoşta, taşrada yetişmiş bir çocuğun, hayata tutunmak için verdiği mücadeleyi anlatması oldu. Biri elinden tuttuktan sonra sert tavrı naifleşiyor, sonra yine sıkıntılarla boğuşuyor Uras… Banka soygunları, adam dövmeler, kavgalar, polislerle çatışmalar başlayınca, iş gerçekliğini kaybetti tabii. Balat’tan ya da Hacıhüsrev, Kartal, neresiyse işte, bir çocuk çıkar; Eskişehir’de tutunur. Üniversiteyi kazanır. Ondan sonra? Aşk hikayesi yazacaksın artık, hikaye bitti çünkü. Üç sene süren diziye, ne kadar hikaye üretebilirsin?

Reyting zoruyla devam etmek çok sahte değil mi?
Zaten böyle giderse televizyon yakında bitecek... “Abi ne gerek var televizyona; bir yerde çay içelim, sohbet edelim”ler başladı mesela 20-22 yaşındaki çocuklarda. Çocuklar bile “Eskiden şunlar vardı” diyor; sanki yaşamış gibi... Herkeste eskiyi ve has olanı yaşama isteği başladı. Yavaş yavaş aptal yerine konduğumuzu anlıyoruz. Televizyon, “Oturun evde, hiçbir şeye karışmayın” noktasına getirdi insanları.

Uras’la senin hikayen arasındaki ortaklıklar neydi?
Ben Kartallıyım. Annem Rizeli, babam Arnavut. Yaşım yirmi sekiz. Yirmi bir yaşında çıktım Kartal’dan. Çıktım deyince, hapisten çıkmış gibi geliyor ama gerçek bu. Kız arkadaşımla Kadıköy’e gelmek, Süreyya Plajı’na, Mc Donald’s’a gitmek benim için bir şeydi. Öncesinde yaşadığım şeylerle Uras’ın yaşadığı şeyler arasında çok bağdaşan yanlar var. Uras’ın yaşadıklarından daha ağırlarını yaşayan arkadaşlarım var. İçeri gireni de var, yarın içeri girme ihtimali olanı da... Hepsi hâlâ arkadaşım. Eee şimdi, Uras araba hırsızıydı; kavga gürültü eden bir adamdı, kimseye eyvallah etmeyen bir adamdı. Bizim de oldu tabii ki öyle dönemlerimiz. “Kavga mı? Hadi edelim” dönemleri...

ÖNEMLİ OLAN ÖZÜNDE TUTTUĞUN
Uras’ın, mahallesinden çıkıp Eskişehir’e gittiğinde yaşadığı sıkıntılara benzer şeyler yaşadın mı sen de?Konservatuvara geldiğimde önce bale bölümündeki çocukların taytlarına taktım. “Bunlar niye tayt giyiyor? Ben tayt giymem...” Zamanla algın değişiyor, sen de kendini öyle giyinirken bulabiliyorsun. Konservatuvar beni açtı, hatta fazla açtı; fazlalıkları toparlayıp tekrar içeri soktum, sonradan gördük çünkü, olabiliyor böyle şeyler. Ama bendeki değişim kabul edilebilir bir değişim oldu, önemli olan özünde tuttuğun çünkü.

Yadırgadığın şeyler oldu mu?
Kartal’dan sonra Kadıköy, sonra Taksim, Cihangir var; Cannes, Saraybosna, Dubai, Hong Kong, Moskova… Uzun süre izledim… -Şimdi söyleyince “ajite ediyor” denebilir belki ama öyle değil- Birisi bilmem kaç bin dolarlık şarap açarken, senin aklına, çok yakın bir arkadaşının ödeyemediği 200 liralık kira gelebiliyor.

BENİM MALZEMEM KARTAL
Biraz mahalleden bahsedelim. Rıfat’ı Rıfat yapan şartları anlat...Tek katlı evlerin olduğu çok güzel bir mahallede doğdum. Herkesin kapısının gerçekten açık olduğu bir mahallede. Şimdi kapıları açmak bir tarafa, kaç tane kilit koyacağını şaşırıyorsun. Annem söyler, üç yaşında başlamışım evin alışverişini yapmaya. Şimdi üç yaşında çocuğu salamazsın sokağa. O zamanlar güven vardı.
Babam işçi, daha yeni emekli oldu. İlkokulda okul birincisiydim. Ortaokulda da öyle. Lisede serseriliğe vurdum iyice, serseriliğin birinciliğine koştum. Sohbet ediliyorsa sohbet ediliyordu, herkes birbirini dinliyordu. Kavga ediliyorsa gerçekten kavga ediliyordu. Kız arkadaşınla her sokakta el ele gezemiyordun.

“Bizim mahalleye geldik, ayrılalım” durumları yani?
Evet biraz, ama saygıya dayanan, ahlaki ve naif şeyler bunlar, yobazlık olarak sayanlar çok ama öyle değil bence. Biz kardeşimle kapının önüne çıkıp tezgah kuruyorduk. Tezgahta biriktirdiğimiz misketleri filan satıyorduk, niyet çektiriyorduk. Eğlenceydi bizim için, oyundu. Sabahlara kadar dışarıdaydık. Evden çıkıp kaybolduğumu çok bilirim. Kardeşim birinin peşine annem diye takılıp gidiyordu, bir şekilde geri geliyordu. Çok büyük stresler yaşamıyorduk. Şimdi her şey stres. Ben de bunun yabancılaşmasını muhakkak ki yaşıyorum. O kadar güvenilir bir yerden kalkıp da, o kadar güvensiz bir ortam içine düşünce birden… “Güvensizleştirilen” demek daha doğru, çünkü şimdi Kartal’a gittiğimde eski havayı bulamıyorum.

Bu geçmiş, mahalle ve oradaki ilişkiler, sana öğrettikleri, oyunculuğunu nasıl etkiledi?
Benim Kartal’da edindiğim en büyük alışkanlık; her deliğe başımı uzatmak oldu. Sabahlara kadar sokaklardaydım. O kadar çok insan tanıma fırsatı sundu ki bana mahallem... Rol geliyor bakıyorum, hoop birisi geliyor aklıma ve rolü onun üzerinden yoğurma şansım oluyor. Zaten yaptığımız meslek ne? İnsan hikayelerini görselleştirip sunmak. Sonra farkına vardım ki, -yıllarca okuduk işte Rus edebiyatı- Tolstoy, Dostoyevski, kendi sokağındaki normal adamları yazdığı için o kitaplar okunuyor. Benim de malzemem Kartal.

HIRSIZIN NEDEN HIRSIZLIK YAPTIĞINI ANLIYORUM
Bütün bu nezih tatlı mahalleler, artık suçla anılıyor ve kurtarılacak yerlermiş gibi bakılıyor. Sen ne düşünüyorsun bununla ilgili? Kalkıp şimdi Dolapdere’ye, Tarlabaşı’na, Hacıhüsrev’e gitsek, ister istemez tedirginlik yaşarız. “Aman başıma bir şey mi gelecek?” diye. Ama o tedirginliği yaşatan oradaki insanlar değil. Mahalleleri ne hale getirdiler baksana. Cihangir’e ne oldu? Bitti, yani “toparlandı” onların gözünde, çok elit bir hale geldi. Şimdi ne olacak? Baltalimanı’na filan girmeye başladılar artık. Nereye gidecek oradaki halk, çok merak ediyorum. İstanbul’un içindekini İstanbul’da barındırmıyorlar. Üstelik halkı İstanbul’un içinde barındırmayanlar, İstanbul’dan sıkıldıklarını söyleyip kendilerini İstanbul dışına atmak istiyor. Lüks siteler yapıyorlar ya mahallelerde, etrafını duvarla çeviriyorlar falan… Zamanında Kartal’da Palmiye Sitesi yapılmıştı, çok lüks falan. Biz arkadaşlarla içip içip camlarını taşlayıp, “Ne işiniz var burada s.. olun gidin” diye bağırmıştık. Şimdi onaylamıyorum ama…

Onaylamıyorsun ama anlıyorsun...
Tabii… Boyacı çocuk birilerinin üstüne gidiyor, herkes bir tedirgin oluyor. Tamam ben de sırtımdaki çantayı kontrol ediyorum ama onun halinden de anlıyorum. Neden hırsızlık yapacak duruma geldiğini biliyorum.

HER YER MAHALLE
Mahallen yok mu şimdi? Bazısı yapamaz mahallesiz, her yeri mahallesi haline getirir…
Her yer mahalle zaten. Benim apartmanım da mahalle gibi. O coğrafyanın gitmesinden değil, o ilişkilerin gitmesinden yakınıyoruz aslında. Şimdi Moda’dayız. Burada yaşıyorum uzun zamandır. İndiğimde bakkal benim arkadaşım. Kapımın önündeki taksici benim arkadaşım. Burası benim mahallem oldu zaten. Eskişehir’de setteydim. Set de benim mahallemdi. Mahallede kavga gürültü olur ama kapılar da açıktır. Bu tip bir ilişki biçimi istiyorum. Kapıların kapalı ve “güvenli” olduğu ama herkesin tedirgin olduğu değil de, hayatta kavganın da olduğunu bilen, bunu gerektiğinde çekinmeden yaşayan, ama tedirgin olunmayan, arkanı kollamak zorunda kalmadığın bir hayat... Umutluyum ya, düzelecek. Gerekirse bu hayale inanarak öleceğim.

YA ESNAF OLACAKTIM YA TİYATROCU
Konservatuvara giriş hikayen biraz sancılı herhalde...
Ben çok utangaç, ağır kompleksli bir adamdım, hâlâ komplekslerim var. Seçme seçilme durumu beni benden alıyor. Arkadaşlarım girmişlerdi, ben kalmıştım.

Tiyatroyla ilgileniyordun ama konservatuvardan önce de…
İlkokulda, ortaokulda, lisede yaptım. Futbol oynuyordum. Ne kadar futbolcu olmak istesem de, futbolu okuldaki provalara gidebilmek için bıraktım. Ben futbolcu olmak istemiyordum aslında, sadece Beşiktaş’ta o seyircinin önüne çıkmak istiyordum.
Kendime bir neden bulmadan bir şey yapamıyorum. Üç sene boyunca o nedeni bulamadım. Üç sene sonra kız arkadaşım üniversiteyi kazandı, ben kazanamadım. Öyle fiziğe, kimyaya ayıracak enerjim de yok. Gerçekten önemli şeyler ama ben yapamıyorum. Ya esnaf olacaktım ve kız arkadaşım beni bırakacaktı, ya da konservatuvarı kazanacaktım; konservatuvar oldu.

IŞIK SADECE GÖZÜMÜ BOZDU
Genç bir oyuncu ünlü olma durumunu nasıl yaşıyor kendi içinde?
Herkes beni Üç Maymun’da tanıdı. Ama Cannes’a gittiğimizde hiçbir şey hissetmedim. Bunu ukalalık saydılar ama şaşkındım. Sonra dizi başladı. Şimdi kendi minimal yaşamımı korumaya çalışıyorum. Işık mesela… Işık sadece gözümü bozdu.

‘Saraybosna, Cannes’dan daha çok heyecanlandırdı beni’ demişsin...
Çünkü Saraybosna bir mahalleydi. Çünkü duvarlarda kurşun izleri vardı. Herkes gerçekten samimiydi. Her şey minimalinde, smokin giymek zorunlu değil. Cannes’da beni “Buyrun Rıfat Bey” diye ağırladılar, Saraybosna’da çocuklar beni partiye götürdü. Müslüman çocuklarla Hristiyan çocukların birbiriyle ne kadar iyi geçindiklerini de gördüm, birbirlerine nasıl takıldıklarını da. Saraybosna’dan çocuklarla hâlâ görüşüyorum, “Kardeşim” diye konuşuyoruz. Cannes’ı mahallem yapabilecek kadar rahat değildim. Saraybosna daha Anadolu olduğu için bana daha samimi geldi.

MAYMUNU OYNAMAK İSTİYORUM
Nuri Bilge oyuncularla çalışmayı çok tercih etmez ya. Seni seçmesinin çok doğal bir oyunculuğun olmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Ne dersin buna?..
Benim konservatuvar mezunu olduğuma birçok insan inanmadı. İlk kez beni biraz daha farklı gördükleri film Beş Şehir oldu. Normal hayatımda doğal dışavurumların haricinde, mesela maymunu oynamak istiyorum; başka türlü bir özgürleşme adına.

Nasıl buldun Beş Şehir’i?
Ben Onur Ünlü’nün filmlerini seviyorum. Polis’i de sevmiştim, Güneşin Oğlu’nu da... Onur abinin çektiği filmler bende her zaman tuhaf ve güzel duygular doğurdu. “Acaba bu adamla bir gün çalışır mıyız?” derken bir filmle geldi. Her yönetmen benim için ayrı bir dünya oluyor. Bilinçsizce girdim filmin içine ve bilinçsizce ne oynadığımı bilmeden çıktım. Galiba o iyi oluyor.

Üç Maymun odaklı konuşacak olsaydık, yüz milyon şey konuşurduk. Onur Ünlü’nün dünyası mı konuşmaya izin vermiyor?Belki de biraz. Çünkü Onur Ünlü’nün hikayeleriyle ilgili konuşurken insanlar,
“Bu da mı insanın başına gelir?” diyor genellikle. Beş Şehir’de mesela, herkes ölüyor. Hayatın en büyük gerçeği oysa; herkes tabii ki ölür. Biraz absürdleştiriyor tabii.

Kedi var falan…
“İnsana söyletemeyeceğim şeyleri ona söyleteyim istedim” diyor Onur abi.
“Bir dahaki filmde masa konuşacak” dedi. Yürüyen bir masa ya da o boyda bir kedi olmaz ama sinema yapıyoruz, hep olanı görmeyelim, olmayanı da görelim.
Devrim Büyükacaroğlu
ÖNCEKİ HABER

Tekel’in filmi

SONRAKİ HABER

Basma fabrikası işçilerinin hakları beş yıldır ödenmedi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...