9 Mayıs 2010 01:00

Bir iki dakika dalga geçmek


Pazar günleri dinlenme günleri olmalı elbet. Bir iki dakika soluk alabilmek... Nerdee?!.
Gazeteyi elimize aldığımızda hiç olmazsa biraz dinlensek. Bir soluk alsak. Bizim yazılarımızın da kimseye soluk aldırdığı aldıracağı yok (Gerçi soluk alacak günler de değil, Nâzım Hikmet’in Yolcu piyesinde midir, sorar oyunun kahramanı; “Gönül çekilecek günler midir?” diye de. O günden bugüne hem gönül çekmeyi hem kavga etmeyi öğrendik galiba). Yine de canım dalga geçmek isteyince ciddi dergileri okuyorum, önemli konularda gayriciddi yazılar var çünkü. Dalga geçilmesi gerekli bu yazılara da çoğunlukla yanıt veremiyorum. Çünkü cevap vermenin getireceği hareketlenmeyle uğraşacak zamanım da yok. Şimdi sizinle böyle bir yazının bir bölümünü paylaşmak istiyorum.
Sincan İstasyonu adlı dergi, “Bugün hâlâ hemen her fırsatta her yazıda Nâzım Hikmet’ten dizeler anılıyorsa; başta İkinci Yeni’nin beş atlısı (T.Uyar, Cemal Süreya, E. Cansever, İ. Berk, E. Ayhan) olmak üzere alıntılar yapılmakta ısrar ediliyor ve şiir görüşleri değişmez referanslar olarak görülüyorsa, Türk şiiri bundan kazançlı çıkmıyor olsa gerektir” önermesiyle bir soruşturma açmış. Bazı şairlerin aşılamadığına inanılırsa, şiirimizin ilerlemeyeceği inancıyla şiirin geleceği adına duyduğu kaygıları dile getirmiş, sorular sormuş. Bu sorulara, bana göre akıllı, uslu, benim de katıldığım yanıtlar verenler var ama bir iki yanıt beni düşündürdü. Özellikle aşağıya alıntıladığım yanıt... Sonra epey eğlenceliydi anlatımı, güleyim mi kızayım mı bilemedim. Hüseyin Avni Cinozoğlu, eğitim birliği (tevhidi tedrisat) dahil pek çok kuralla maziyle bağlarımızı koparan, geleneğe yönelişi zorlaştıran, eski kavram ve değerleri olumsuzlayan Cumhuriyetin şiirimize neler ettiğini anlatmış öncelikle. Bu arada usta bir benzetmeyle, “Ahmet Muhip Dranas, Necip Fazıl gibi kaliteli görünümler elde eden fotoğraf erbabına rağmen” şiirimizdeki yetersiz fotoğrafçıları ve şairleri yakalıyor, veriyor ağızlarının payını: “Orhan Veli, yetişkin çocuklarla bir lunapark kurabilmiştir; belediyenin imkanlarıyla... Nâzım Hikmet, bir iki eser dışında, yenilikçi tavrına rağmen büyük kitlelerce anlaşılma gibi; şiir sanatının, şiirin hendesesinden uzakta, toplu konutlar inşa ederek, belli bir vasatlığın mimarlığını üstlenir. Tüm bu bahse konu deneyimlerin ortak özelliği, fotoğraf kaydetmekle sınırlı kalmaları; ayrıca bu dönemlerde şiire dair kuramsal bir zenginlik de gözlemlenemez. Bazıları gerçekten olağanüstü manzaralar da aktarmışlardır. Nâzım Hikmet örneğinde olduğu gibi. Ama mahalle parkı, belediye lunaparkı, şehrin toplu kontları gibi sığ bir mimarlık anlayışı, müşterek bir vasatı temsil etme imkanı verir.” Bu satırlar, şiirin gizler taşıması gereğinin eğlenceli biçimde dile getirilmesidir. Elbet “dilde bile asaletin düşmanı” Nâzım Hikmet’i, kimi şiir yazanların beğenmesini beklemiyorum. Hepsi şiirin asaletinden yana. Hele Ahmet Haşim’in “Herkesin anlayacağı şiirleri yazan şairler, dûn (aşağı) şairlerdir” sözünü;bir şiir yasası sayan, Hüsnü Aşk’ta Şeyh Galip’in “Elimdeki kalem her zaman bana şöyle der: Halkın beğenisi benim için bir felakettir” dizesinin, bu yasayı doğruladığını yazan birinin... Bir şiirin iki ayrı okuması olduğunu bilmezden gelmek mi bu? Kendini bu işin uzmanı saymak mı?..
Stalin’in Konstantin Simonov’un “Bekle Beni” şiiri için söylediğini hatırlamadan edemedim. Bu şiirin kopyalarının her askerin üstünde bulunduğunu, pek sevildiğini, parti yayınevinde basılmasını düşündüklerini ancak kaç tane basılması gerektiğine karar veremediklerini söylemişler. Sormuş: “Bu şiiri şair kime yazmış?” “Sevgilisine...” “O zaman iki tane basın. Biri şaire, biri sevgilisine!..”
Elbet, Simonov’un şiirinin bu şakayı hak etmediği açık. Ancak Cinozoğlu, kendi şiir kitabının kaç tane basılmasını isterdi? Daha doğrusu, şiirlerini okumaya layık kaç kişi olacağına inanıyor?
Sennur Sezer

Evrensel'i Takip Et