13 Haziran 2010 00:00

SENNUR SEZER : Bugün ağlarsak gücümüzü kaybederiz

Her hafta onunla röportaj yapsanız, ne sizin ne de okurun sıkılmayacağından emin olduğunuz biriyle sadece bir röportaj hakkınız olsa siz de gerim gerim gerilirsiniz

Paylaş

Her hafta onunla röportaj yapsanız, ne sizin ne de okurun sıkılmayacağından emin olduğunuz biriyle sadece bir röportaj hakkınız olsa siz de gerim gerim gerilirsiniz. Üstelik Evrensel Basım Yayın’ın, sanat yaşamında geride bıraktığı 45 yıl anısına hazırladığı “Şiirin Ve Umudun Yorulmaz İğnesi” isimli nefis anı kitabı kendisi üzerine her şeyden bahsetmişken…
45 yıl az zaman değil, ama hakkınızda; “hangi işi yaparsa yapsın kişi, hangi hünerin erbabı olursa olsun, ressam, tiyatrocu, sinemacı, şair, romancı ya da kalaycı, makinist, çömlekçi, terzi, ana ya da baba, Sennur’dan öğreneceği bir şey vardır (Aydın Çubukçu)” denmesi için de pek kısa olsa gerek. Ki bu tespitin bir mübalağa olmadığını onu tanıyan herkes bilecektir.
Kadın, Şair, İşçi, Anne, Yoldaş, Abla, Arkadaş; Sennur Sezer yakınlarınızdaysa her şey göründüğünden daha kolay hallolacak demektir. Kendi işini hızlıca bitirip “Üzerine vazife olmayan” başkaca işleri hiç yüksünmeden sırtlayacak, çalıştıkça da keyiflenecektir. Varlığı sizi güçlendirecek; direnç, umut, çalışkanlık, sabır, aşk, -izin verirseniz- ziyadesiyle üzerinize bulaşacaktır, eksik olmasın…

“Bir sözle kuruldu dünya. Hep o sözü aradım ve buldum: Emek” der Sennur Sezer… Sennur Sezer’in kendini “kuruşu”nun neresinde emek?
Cemal Süreya “yalnız aşkı vardır aşkı olanın” diyor. Eğer yalnız emeği varsa insanın, zenginlik olarak, emeğiyle var oluyorsa bunun sözcüklerini bulmak, bunun imgelerini bulmak, anlatmak zorunda. Ben emeği çok somut olarak tersanede gördüm. Bedenle çalışmanın; beden gücünün, hünerin paraya dönüşünün imgesi benim için tersane. Ben orada masa işçisiydim ama bütün emek biçimlerini gördüm. Tersaneye başladığım zaman on altı yaşımı tam bitirmemiştim.

Bir başka şair tersanede çalışmak zorunda kalsa bile, bu durumu senin gibi şairliğinin kırılma noktası gibi değerlendirmeyebilir...
Benim şiire başladığım dönem İkinci Yeni’nin tam egemenlik dönemi ki ben hiç bir zaman ikinci yeniyi reddetmedim. Ama hiç bir zaman tam beceremedim de. Hüner göstermenin önde olduğu bir dönemde ben hüner gösterirken başka şeylerden söz etmenin önemine inandım. Bunda tersanenin rolü var. Çünkü bana tersanedeki o ağabeyler Nâzım okudular. Kemal Özer’in ilk kitabı bana tersanede hediye edildi. Gerçi biraz hırpaladılar, eleştirdiler, dalga geçtiler ama. Bilmeseler cehaletle suçlayacaksın, ama adamlar klasik edebiyatı artı Nâzım’ı biliyor. Ben o zaman şunu düşündüm; nasıl yazmalıyım ki, hem bu ağabeyler dalga geçmesin, hem çağdaş olsun, hem şiir olsun?

Tersane, sendikacılık… evde annenin sana Nâzım okuduğunu da biliyoruz, bu şartlar altında mı oluştu sınıf bilincin?
Tabii ama bir de sınıf bilinci; evde çok az bulunabilen bir babadan geliyor. İşçi gibi çalışıp, memur gibi para alan bir baba var. Sonra annenin gençlik anıları içinde erken babasız kalmaktan dolayı işçilik anıları var. Tütün var, evde parça başı çorap var. Teyzemin trikotaj atölyelerindeki anıları var. Dayım Devlet Demir Yolları çalışanı. Gece nöbette, gündüz başka işte. Benim işçi olmamam için okumam gereği düşünülüyor. Belki benim bütün bunlara karşı koymamdır, okulu bırakıp işçi olmam. Emeği ya da işçiyi kavramamın kaçarı yoktu yani.
İNSANIN KENDİNİ YALNIZ SAYMASI ÇOK KÖTÜ
Yazarlar genelde kaçar örgütlülükten, özellikle siyasi örgütlülükten… Sennur Sezer’se hiç örgütsüz kalmamış…
16 yaşından sonra evet, hep örgütüm var. Sendikam var, önce yerel ondan sonra genel sendika. Ondan sonra Edebiyatçılar Derneği. Partim var TİP, 74’te Yazarlar Sendikası, Ondan sonra ikinci partim olarak EMEP var. EMEP’e kadar hiç başka bir partim yok kayıtlı olarak. Kadın örgütleri çevresinde oldum ama üyesi olmadım. İnsanın kendini yalnız sayması kadar kötü bir şey yoktur. Üstelik kötü günlerde, baskı günlerinde, borçlu günlerde, dertli, sıkıntılı günlerde adamın kendini yalnız, kimsesiz hissetmesi kötüdür. Partiden arkadaşın, sendikadan arkadaşın senin meselelerine yabancı değildir. Konu komşu gibi değil, oturup konuşabileceğin insanlardır onlar.

Peki “zararı” olabilir mi? Bireyin iç dünyasının, yalnızlığının kutsandığı bir çağda örgütlü olmakta ısrar eden bir edebiyatçı, özellikle edebiyat çevreleri açısından nasıl karşılanır?
Peşinen, okunmadan yargılanır şiiri. Aralarına almama, ya da küçümseme olur. Mesela bizim dergimizin (Evrensel Kültür dergisi) de başına gelmiştir bu. Benim şiirim, bizim derginin dışında olduğu zaman göze çarptı. Varlık’ta çıkmasaydı acaba Yunus Nadi Ödülü verirler miydi? bilmiyorum. Benim edebiyatçı arkadaşlarım okumadan edebiyat dışı ya da slogan şiiri yayınlayan bir dergi sayıyorlar Evrensel’i. Nerden edindikleri belli olmayan bir ön yargı var. Çok fazla önemsemiyorum o yargıyı. Evrensel Basım için de o yargı var ne yazık ki. “Sizin yayınevinizde ne kadar çok edebiyat kuramı ile ilgili kitap varmış” diyen oldu. Bunu söyleyen öğretim üyesi filan adamlar. Affedersin ama bu onların salaklığı.
TÜRKİYE’DE UYKUDAN ÇALMADAN YAZAR OLUNMAZ
Adnan abi ile hep yan yanasınız Didim’de adlarınızın konduğu sokaklar bile yan yana… İnsan kendisinden bile sıkılıyor bazen…
İkimiz de evliliğe karşıydık. Belki hâlâ da karşıyız. Çünkü evlilik ayrı bir kurum. Yoldaşlığı bile bazen bölüyor. Biz iyi yoldaşlardık, iyi arkadaşlardık. Arkadaşlık sürüyor. İnsan arkadaşından sıkılmaz ki. Hep konuşacağı bir şeyler vardır. Arkadaşlığımızdan cayamadığımız için evlendik. Gerçekten onun en kızdığı şey, sabah evden çıkıp akşam eve vaktinde gelmekmiş. Benim de en kızdığım şey mutfak kölesi olmaktı.

Ama mutfakta geçirdiğin zaman da şiirine yansıdı… Bu da önemli değil mi?
“Tiksiniyorum soğan kokusundan” demiştim mesela “Bütün kadınların tırnakları küttür”... Neden? Çünkü uzun tırnak aslında gizli bir statüdür. Çünkü iş yapmak zorunda değillerdir. İş yapan uzatamaz, kırılır.

Anne olmasan mesela Sennur Sezer şiiri olur muydu?
Anne olmadan Sennur Sezer şiiri olurdu. Ama bu şiirin içinde annelerin köşesi eksik kalırdı. Sabah saat beşte benim mutfağımda daktilo makinem oluyordu. O günün yemeği ateşe konuyordu. Ben kitap okuyordum ya da yazımı yazıyordum. Sonra çocukları ve Adnan’ı kahvaltıya kaldırıyordum. Çorbamı pişirip işime gidiyordum. Türkiye’de biraz onu yapmak zorunda insanlar. Uykusundan çalmak zorunda çünkü hiç bir yazar yazarlıkla para kazanamaz. Dokuz altı işinin içine bir saat erken kalkarak ya da iki saat geç yatarak kaçamak saatlerde çalışmak zorundadır. Adnan da öyle çalıştı. Başka çaresi yoktur.

“Ağlamayı güzel günlerin şafağına bırak” demişsin…
Hepimiz gücümüzü kaybediyoruz ama ağlamayı erteleyerek engellersin bazen. Ne zamana erteleyeceksin? Ya daha kötü ya daha iyi bir güne. Bir Amerikan filminde vardır; kıza annesi “ağlama” der, “de ki yarın ağlayacağım”. Peki biz ne zamana erteleyebiliriz? Güzel bir güne. Güzel bir günde sevinç gözyaşları dökülebilir, o günleri görmeyenler için de daha rahat ağlanabilir. Bugün ağlarsak gücümüzü kaybedebiliriz.

YAZMAK iSTEDiĞiM ŞiiRi HENÜZ YAZMADIM
Çok büyük bir iştahla çalışıyorsun. Seni izleyen herkese çalışma ilhamı veriyorsun. Peki sen nerden ilham alıyorsun?
Aslında her şairin yapmak istediği bir proje vardır. Bütün bu yaptığım işler o büyük projem için. Çünkü ben asıl yazmak istediğim şiiri daha yazmadım. Bilmiyorum da yazabilecek miyim? Bir defa bende bir sorumluluk duygusu vardır. Benim için gazeteye yazmak tiryakilik biçimini aldı mesela. Gazeteye ne yazarım? diye düşünüyorum. Asıl yazmak istediğim şiiri ancak bunu düşünürken yazabileceğime, oturup elim şakağımda düşünürsem bunun beni tembelliğe sokacağına ve “o” şiiri hiç yazamayacağıma inanıyorum.

iNSAN AŞIK OLUNCA iYi ŞiiR YAZAMAZ
Bir ses arıyorum, yeni bir şiire başlamak için, demiştin 1982’de. Bu arayış bitti mi?
Hayır, çünkü şair sürekli kendiyle yarışmak zorundadır. Ama o yarışmayı dışardaki hava da etkiler. Bana şu ara edebiyatta buruk bir hava var gibi geliyor. O buruk hava gevşetir şairi, iyi bir şey değil. Biraz silkeleyecek, biraz kendine getirecek edebiyat dünyasındaki genel değişim. Herkesi şaşırtacak yeni bir ses. Yeni bir Can Yücel olmazsa bile yeni bir Metin Eloğlu olabilir, Orhan Veli, Edip Cansever olabilir. Çok fazla kendi iç meselelerimize kapandık. Edebiyat dünyası estetiğin ölçülerine çok fazla kapandı. Yeni bir ses lazım, “korkulu ustalık” dediği Turgut Uyar’ın. Çok usta var ama o kadar çok ustalıkla bir yere gidilmez. Biraz acemi ama yeni bir ses bulmak lazım. Kalabalıkları da etkileyecek şeyler söylemek lazım. Çünkü bu coğrafya şiirsiz edemiyor. İnsanlar şiirsiz edemediği için gerçek halk şairi gibi davranan sahte şairlerin, stand-up’çıların okudukları, şiirin yerine geçmeye başladı şimdi.

İbrahim Sadri gibi mi?
Sadece İbrahim Sadri değil, artık Volkan Konak var. Bu korkunç tehlikeli bir şey. Bunlar şiir değil. Çünkü şiir insanın içini boşaltmaz, artı ekler, duygu ekler, düşündürür, peşine takar.
Şairliğe neden bu kadar özenilir?
İlkokuldan başlıyor. Çocuğa kahramanlık günlerinde şiir okutuyorsun, anneler gününde şiir. Çocuğun hayatında şiir diye bir şey var. Sonra ara sıra bazı öğretmenler “Hadi evladım yaz bakayım bir şiir” diyor. Ya da yarışma açıyor. Çocuk da gördüklerine benzer bir şiir yazıyor. Onları da birbirine baktırarak değerlendiriyorsun. Böyle bir felaket var.
Sonra çocuk aşık oluyor, bir şeyler yazmak istiyor. “Siz şiire aşık olunca mı başladınız?” diye sorar mesela 13-14 yaşında kızlar. “İnsan aşık olunca iyi şiir yazamaz”, çocuklar bunu anlamıyor. Heyecanlanırsın çünkü, elin ayağın titrer, doğru söz söyleyemezsin, oradan şiir çıkmaz. Şiir iştir, sakin kafayla yazılmak zorundadır, aşk heyecanı değildir.

Heyecanla yazılan arabesk mi oluyor?
Şimdi eğer Sinan’ın camisinin yerine aşağıdaki konsol saati gibi camiyi beğeniyorsan, üstündeki ıvır zıvır süslerle... Hangisinin daha fonksiyonel, daha güzel olduğunu sezemiyorsan; hayatımıza sızan arabeskin bir sonucu. Hayatından bakırları kaldırıyor, saçma sapan bir şey koyup, rahatsız olmuyorsan. Yani sevgisiz, zırıltı, gösterişsiz bir şeyler sokuyorsan hayatına; arabesk bence bu. Çiçek yerine yapma çiçek koymak mesela.

ŞAiR OLMAK iSTEYENE SORUYORUM ‘KAÇ TANE KIRMIZI BiLiYORSUN?’
Şair edebiyattan başka neyle ilgilense iyi eder?
Bir şairin kopmaması gereken en önemli şey resim sergileridir. Çünkü bir şair Şeker Ahmet Paşa’da kalırsa bugüne ayak uyduramaz. Kaplumbağa Terbiyecisi güzel bir resimdir ama ondan başka bir şey olmak zorunda. Bazen bir resim bir şairin kafasındaki şeyi bütünler.

Başka ne önemlidir?
Otlar önemlidir, doğa önemlidir. Otlara bakmak, otların ayrıntılarına bakmak insanı düşündürür. Şair olmak isteyene soruyorum, “Kaç tane kırmızı biliyorsun, kaç tane mavi biliyorsun, evvela git bunları yaz”. “Kaç tane çiçek adı, kaç tane kuş adı…” İpek toplayan çardak kuşu ansiklopedik bir addır. Bizim eleştirmenlerimiz kuş adı bilmediği için, onu bir imge filan zannediyor. Sumrunun bir kuş olduğunu biliyor musun? Kumruyla ilgisi yoktur. Martıların küçüklerine sumru denir.

“Şiir yazmak için bunlara ne gerek var?” diyen şair adaylarına ne diyorsun?
Ahmet Haşim yazmış;
“Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil
Rûhum acısından bunu bildi

Düştükçe vurulmuş gibi yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervâne kesildi.”

Karanfili bildiği için söylemiş. Kokusunu biliyor, kırmızı olduğunu biliyor. Bana Ahmet Haşim de okuttun ya…

SADECE KADINI DEĞİL; iŞÇiYi, FAHiŞEYi DE SAVUNMALISIN
Turgut Uyar’ın seninle ilgili betimlemesi; “Kadını hatırlatmadan, kadınca şiir yazar”. Sen katılıyor musun buna?
Bu bir övgü bayağı, Turgut Uyar’a şapka çıkartabilirim. Bu benim yapmak istediğim bir şeydi. Belki onu da Cemal Süreya söylemiştir başka bir işten dolayı; kadınlar kibrit yakarken dışa doğru yakarmış, erkekler kibriti içe doğru çekerek yakarlarmış”. Kadınların ki bir sakınmaymış. Kadınca yazmak deyince, öylece bir şey. Ben hep şöyle söylüyorum; sokaktan geçerken bir çocuk “anne” diye bağırsa, evli olsun olmasın bütün kadınlar bakar. Bu kadınca bir tavırdır. Baba diye bağırsa oğlu da olsa kızı da olsa hiç bir erkek dönüp bakmaz. Kadın olmak da belki işçi olmak gibi farkında olmaktan geçen bir şeydir.

Kadın olman, bunun farkında olman tamam ama şiirlerini “İşçi bir kadının günlüğü”ne benzetmeni de bir yere koymalı ama…
Bir kraliçenin günlüğünde çocukların yalnız kalmasından söz edilmez. Bazı kadın şairlerimizde sınıfsal ayrım daha net görünüyor. Ben bir hikaye anlattığım zaman “taşralı” sözü benim yazımda yer almaz. Yüz yıllık İstanbullu bir ailem var ve ben İstanbul geleneklerini bilirim ama “taşralı” diye söz etmek aklıma gelmez. Ya da bir işçiyi küçümsemek... Kadın olmak yalnızca kendini değil, bir ülkedeki işçiyi de fahişeyi de savunabilmek, onun hayat koşullarını düşünmek demek. Bütün kadınları kapsamak zorundasın.
Devrim Büyükacaroğlu
ÖNCEKİ HABER

Benim de sesim var

SONRAKİ HABER

ABAKÜS

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...