4 Temmuz 2010 00:00

Camdan evde oturanlar başkasının evine taş atmasınlar


İstanbul üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Erhan Keleşoğlu’yla, Ortadoğu’daki gelişmeler ve AKP dönemi dış politikası üzerine konuştuk. İsrail-Türkiye-ABD hattında yaşananları konuşurken sorduğumuz soruların cevaplarının yarısı Türkiye’nin dışında değil içinde çıktı. Kürt sorunu ve Türkiye dış politikası arasındaki ilişkiye dikkat çeken Erhan Keleşoğlu, eksen kaymasından Kürt açılımına dikkat çekici değerlendirmelerde bulundu.

Bir eksen kayması tartışmasıdır aldı yürüdü. Önce kayıp kayılmadığı tartışılan ekseni tarif etseniz...
Bu eksenden kastedilen Batı Bloğu’na üyelik. Batı çizgisinde dış politika izlenmesi. Yani 1920’lerden beri süregelen politikaların devamı ve özellikle de 1952’den itibaren NATO ittifakının çıkarlarıyla uyumlu dış politika izlenmesi. Eksenden kastedilen bu.

Peki kayma tartışması nereden çıktı? Hangi somut veriler bir eksen kayması tartışmasına kaynak oldu?
Esasında çok fazla somut veri yok. Türkiye’nin şimdiye kadar izlemiş olduğu Batı ittifakıyla son derece uyumlu hat biraz değişir gibi görünüyor. Batılılar tarafından böyle bir algılama var. Türkiye’nin çevresindeki konulara dahil olması, Hamas’ı terörist olarak görmediğini ilan etmesi… ‘90’lı yıllar boyunca süregiden İsrail’le olan ittifakın bozulması, İran’la Türkiye’nin kurmaya çalıştığı yakın ilişki, tüm bunlar bir eksen kayması tartışması yaşanmasına yol açıyor.

Peki gerçekten bir eksen kaymasından söz edilebilir mi?
Eksen kaymasından gerçek anlamda söz etmek için ABD ve NATO ile olan ilişkilerde, AB ile olan ilişkilerde ciddi bir farklılaşmadan söz etmek gerekir. Şu an için böyle bir şeyden söz etmek bilimsel olarak mümkün değil, elimizde böyle bir veri yok. Ancak şu da malum ki, uluslararası ilişkilerde güç dengelerinde bir değişme yaşanıyor. ‘90’lı yıllarda değiliz, 2010’dan gün aldık, bölgesel güç dengelerinde yenilenme var, küresel düzeyde belli güç odaklarının yükseldiğini görüyoruz; Çin, Hindistan, Rusya... Kartların yeniden dağıtılacağını tahmin edebiliyoruz.

Türkiye, Batı Bloğu’ndan uzaklaşan bir siyaset mi izliyor? Bunun işareti var mı?
Bunun işaretini görebilmek için örneğin Türkiye’nin ABD’ye İncirlik Üssü’nü kullandırmaması lazım. Veri dediğiniz budur. TBMM, Türkiye’deki ABD askeri varlığına hayır derse o zaman dersiniz ki, evet Türkiye ABD ile çıkar çatışması yaşıyor ve bir eksen kaymasından bahsedilebilir. Veya Türkiye NATO ile ilişkilerini askıya alırsa... Türkiye bugün NATO ittifakının operasyonlarına katılıyor. Balkanlar’da operasyonlara katıldı, Afganistan’da asker bulunduruyor. Eksen kayması tartışmasını başlatanlar buna da cevap vermeliler. Ancak şöyle bir durum var: Türkiye gücünü zorlamaya çalışıyor. Yani ABD’yle kurduğu ilişkide çatışmalı olan uyuşmadığı noktalarda gücünün sınırlarını deniyor. Bunlar nelerdir? Örneğin İran meselesi. Türkiye’nin ciddi çıkarları var İran’la ilişkisinden. Bir enerji ortaklığı var. Ortadoğu ülkeleri içerisinde en fazla turist gelen ülke İran, dış ticaret olarak İran’la ilişkiler çok ciddi bir rakama ulaşmış durumda ve ambargonun olası sonuçlarının kendisine zarar vermesinden çekiniyor.

İran’ın nükleer silah geliştirmesi Türkiye’nin aleyhine değil mi?
Türkiye zaten nükleer şemsiye altında. NATO silahlarının bir kısmı Türkiye’de. Dolayısıyla Türkiye dolaylı yoldan nükleer açıdan korunuyor. Türkiye’de nükleer silahlar var, Türkiye nükleer tehditle karşılaşması durumunda. NATO’nun meşhur 5. maddesiyle korunuyor. 5. maddeye göre üyelere yönelik bir nükleer saldırı olursa NATO cevap verecektir. O açıdan kendini daha güvende hissediyor ve ihtiraslı bir biçimde gücünü denemeye çalışıyor.

Yeni Osmanlıcılık tartışması da galiba buradan başlıyor.
Evet. Fakat ben bu tartışmanın çok da doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü politika Osmanlı’ya atıfla yapılmıyor. Çok anakronik, zaman dışı bir şey bu. Zaten AKP’li karar alıcılar hiç Osmanlı vurgusu yapmıyorlar, daha çok bölgesel barış, tarihi bağlar, kültürel bağlara atıf yapılıyor. Ortadoğu özelinde kültürel bağlara atıf yapmak, AKP’nin İslami muhafazakar geçmişinden kaynaklanıyor. Böylece, özellikle muhafazakar Arap rejimleriyle bağ kurmak daha kolay oluyor. Ahmet Davutoğlu döneminde gündeme gelen kültürel derinlik, komşularla sıfır sorun politikası, AKP’nin dış politikada ne kadar ihtiraslı olduğunu gösteriyor. AKP’nin sınırlarını zorladığını görüyoruz. Sınırların zorlanması Batı dünyası içerisinde eksen kayması olarak algılanıyor. Aynı şekilde Türkiye’de fay hatları var. Biri laik İslamcı kamplaşması, diğeri Kürt sorunu fay hattı. Ben AKP’nin bölgesel stratejisinin iki ana hatta dayandığını düşünüyorum. Birinci hatta, Kürt sorunundan kaynaklanan güvenlik sorunu var. Kürt hareketinin enterne edilmesi gerekiyor, bu bölgesel planlarıyla eşgüdümlü olarak yapılmak isteniyor.
Komşularla sıfır sorun politikasında bunun da payı var.
İran’da PJAK’a yönelik operasyonlar yapılıyor. Irak’ta Barzani ve Talabani, PKK’nin bağımsız hareket etmesinden çok rahatsızlar. Suriye’nin kendisinin de bir Kürt sorunu var, bu anlamda Türkiye’yle yakın ilişkiler içinde. Türkiye güvenlik alanında bölgesel nüfuzunu artırarak İran’la, Irak’la, Suriye’yle iyi ilişkiler kurarak Kürt hareketini tasfiye planını uygulamak istiyor. Ama çatışmalı süreç bu planın yürümeyebileceği konusunda ciddi emareler koyuyor ortaya. Çünkü bu çok fonksiyonlu bir denklem. Böyle kolaylıkla bölgesel ittifaklarla yalnızlaştırmayla çözülebilecek bir sorun değil. İçeride de demokratikleşme gerekiyor.

Açılımın uluslararası boyutuna AKP kurmayları çok vurgu yaptılar. Sorunun uluslararasılaşması ve AKP’nin de buralarda çözüm arar halde olması, Türkiye’nin dışarıdan müdahaleye açık bir ülke haline gelmesine yol açmaz mı?
Müdahaleye açık hale geliyor. Sadece bölge ülkeleri değil büyük güçler de müdahale edebilecek hale geliyorlar. Yıllar önce dönemin Rusya Büyükelçisi Çernişev, Türkiye Çeçen sorununda taraf olmaya başladığından “Camdan evde oturanlar başkasının evine taş atmasınlar” demişti. Siz camdan evde oturuyorsanız, Kürt sorunu gibi devasa bir sorununuz varsa, salt bölgesel ittifaklara yönelerek bu sorunun üstesinden gelemezsiniz ve bölgesel güç olmanız imkansızdır; önce kendi evinize çeki düzen vereceksiniz, sonra bölgeye çeki düzen vereceksiniz. Son gelinen nokta bunu gösteriyor. Nasıl Mavi Marmara olayında Türkiye’nin güçlü tarafı ortaya çıktı, Arap sokağı nezdinde Erdoğan’ın karizmatik kişiliği etkili oldu... Burada da zayıf yanı ortaya çıkıyor.

AKP siyaseti bakımından şöyle bir sorun var sanki: 11 Eylül sonrasının güvenlik, terörle mücadele konseptinden Ortadoğu’da iki devlet çok fazla faydalandı; Türkiye ve İsrail. Ulusal sorunların hak sorunu olmaktan öte terör olarak ele alınması... Türkiye bu dengeyi kendisi bozdu...
Katılıyorum. İsrail’in açıklaması da o nedenle bana Çernişev’in açıklamasını hatırlattı. İsrail diyor ki “Evet benim ulusal sorunum var ve bunu güvenlik önlemleriyle enterne etmeye çalışıyorum, sen bizim içişlerimize burnunu sokarsan biz de senin içişlerine burnumuzu sokarız”... Bunun işaretini verdiler doğrudan.

Dış politika genellikle halktan çok uzaktı. Diplomasi yapmak lafı bile çok hoş anlaşılmaz bizde ama son dönemde diplomasi fazla sokakta. Bunun yansımaları nasıl olur?
Şimdi asıl mesele bence Ortadoğu özelinde Kürt meselesine bağlanıyor. Siz hem Hamas’ı tanıyacaksınız, ulusal mücadele yürütüyor diyeceksiniz, hem de kendi halkınızın kendi yurttaşlarınızın bir bölümüyle savaş halinde olacaksınız. Barış yönünde bir çaba içinde olmayacaksınız. Bu ciddi bir yük getirir. Erdoğan’a halk düzeyinde bu sorulacak -zaten denmeye başlandı-: Filistin halkı için bu kadar hamilik yapıyorsunuz. Peki, bizdeki savaş için ne yapacaksınız?..
Bunu hem milliyetçi cenah soracak hem de Kürt cenahı soracak. Bu, AKP Hükümeti üzerinde ciddi bir baskı yaratır. Erdoğan, yalnızca kardeşlik söylemi üzerinden konuşuyor. Tersinden milliyetçi cenah meselenin ekonomik mesele olduğunu söylüyor. Bu, siyasi ve sosyolojik açıdan körlüktür. Şu an Kürt sorununun 1980’li yıllardaki evresinden çok farklı bir evredeyiz. Hareket çok kitleselleşti, çok farklı eşiklerden geçildi, çok farklı şiddet aşamalarından geçildi. 30 sene sonrasında hâlâ aynı şeyi söylemek meseleyi çözümsüzlüğe itiyor. Erdoğan hükümeti aynı zamanda bölgede bir açılım vaat ederek, sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Çünkü içini doldurmadan, gerçek bir hazırlık içine girmeden meselenin muhataplarıyla -en azından Meclis’teki muhataplarıyla- konuşmadan, Kürtler olmadan Kürt sorununu çözmeyi önüne koymakla çok ciddi bir vebal altına girdi. Beklenti yaratıldı. Bunu bizzat AKP Hükümeti yarattı, Başbakan Erdoğan yarattı. Bu beklentinin karşılığı olmayınca meselenin çözülemeyeceğine dair bir algı oluştu.

Bu konuda AKP’nin tüm açılımlarında benzer bir durum var sanki. Büyük heyecanlarla başlanıyor, ancak pek çoğu hâlâ başladığı yerde...
Çatışmalı olan yerlerde sıfır sorun politikası konusunda cesur adım atamıyorlar. Mesela Ermenistan meselesinde ne yapılması gerekiyor? Meclis’e getirilmesi gerekiyor. Hangi ön şarta bağlandı? Dağlık Karabağ sorununa. Bu öne sürülünce protokol ölü doğmuş oldu. Şu an Ermenistan’la Azerbaycan barışacaklar ki, biz o protokolleri uygulayabilelim.

Türkiye-İsrail ilişkileriyle ilgili şöyle değerlendirmeler yapılıyor: Bu kriz ya Türkiye ya da İsrail’de hükümet değişimiyle çözülür. Bunu söyleyenlerin bir sonraki adımı ise Obama hükümeti de İsrail’i Türkiye eliyle hizaya getirmek istiyor, şeklinde. Bu yoruma nasıl bakarsınız?
AKP bölgede güç olmak istiyor ve bölgedeki en önemli sorun da Filistin sorunu. Türkiye-İsrail ilişkilerine baktığımız zaman Filistin sorununa bağlı olarak gelgitli bir hal yaşandığını görüyoruz. Barışa yönelik adımlar atıldığı zaman Türkiye-İsrail ilişkileri düzeliyor, işler kötüye gittiği zaman ilişkiler kesiliyor.Türkiye, Filistin sorununa kim hami olursa onun bölgede güç olacağının farkında. Bunu Nasır denemişti. 20 sene Panarabizm’in bayraktarlığını yaparak bunu yapmıştı. Sonrasındaki İslamcı hareketler Filistin sorununun hamiliğini üstlenmekte başarılı olamadılar. Şimdi Türkiye, Filistin sorununun hamiliğini üstlenerek bölgedeki nüfuzunu güçlendirmeye, bölge halkları üzerindeki etkinliğini artırmaya çalışıyor ve bunda da İsrail hükümetinin politikaları çok önemli..

Neden?
Çünkü şu andaki İsrail hükümeti aşırı milliyetçi. Sorunun iki devletli çözümünden uzak bir politika izliyor.Yerleşimlerin durdurulması konusunda ayak diriyorlar. İki başlı hale gelen Filistin ulusal hareketinde birleşme olmadan adım atmayan bir yönelimleri var.

ABD’nin İsrail hükümetiyle sorunu nedir?
ABD, Irak’la ve Afganistan’la uğraşıyor. İran’la yeni bir krizin eşiğinde. Tüm bunlar eşliğinde ABD, baba Bush politikaları nedeniyle haçlı gücü olarak görülmeye başlandı. Özellikle İslamcı hareketler böyle gösteriyor ABD’yi ve Filistin sorunu İslamcı hareketlerin değirmenine çok ciddi su taşıyor. Bu çözülmedikçe ABD’ye yönelik bölgedeki direniş azalmayacak, artacaktır. ABD, bu durumdan rahatsız, çünkü hard power (sert güç) dediğimiz askeri gücün sınırlarını Irak’ta gördü. Yumuşak gücünü artırmanın eşiğinde. Bunun için de bölge halkları düzeyinde itibarının yükselmesi gerekiyor ve bölge halkları biliyorlar ki, İsrail ABD’siz var olamaz. Doğru, bu hükümetin dizginlenmesi lazım. Bir yanda Amerikan iç siyasi dengeleri var, Yahudi lobisinin etkinliği var. ABD’nin bölgede İsrail’e ihtiyacı var. Obama’nın işi gerçekten zor. İsrail’in dizginlenmesi lazım ama elinde yeterince güç yok.

BM’deki İran’a yönelik yaptırım oylamasında Türkiye hayır dedi. Diplomasi yazarları ABD’nin bunun faturasını keseceği yorumları yaptığı dönemde ABD Savunma Bakanı Robert Gates, -eksen kayması tartışmasını başlatan isim- Türkiye’nin İran’a yakınlaşmasının sorumlusunun AB olduğunu açıkladı. Ve Türkiye belli çevrelerin beklediği cezayı görmedi şimdilik…
ABD açısından Türkiye de İsrail de bölgede vazgeçilmez. ABD bu iki ülke arasında sıkışmış durumda. Bakın Irak’tan ABD kuvvetleri çekilecek, bunun takvimi açıklandı zaten. Sonrasında bölgede güç boşluğu oluşacak. İşte bu boşluğun doldurulması için ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı var. Irak’ta ABD çekildikten sonra ABD’ye yakın bir hükümetin ayakta durabilmesi için desteklenmeye ihtiyacı var. Bunu da yapabilecek ülke Türkiye olur. ABD, Irak’a girdikten sonra İran’ın nüfuzunu artırdı. İran ABD eliyle daha da güçlendi, çünkü en büyük iki düşmanını ABD ortadan kaldırdı. Bir tanesi Saddam Hüseyin diğeri Taliban. Bunu dengeleyecek bir unsur lazım. İsrail bunu dengeleyemez. ABD bunu Türkiye’de görüyor. Türkiye de hem Kürt açılımı hem de ekonomik açısından bölgeye açılıyor. Bunu bölgeye gittiğimizde görüyoruz zaten. Daha dinamik olan Anadolu sermayesi bu alanda ciddi ekonomik bağlar kurdu.

Davutoğlu tartışması başladı. Akif Beki’nin yazısıyla İslamcı çevrelerin içinde tartışılır hale geldi. Bu, AKP içindeki bir fikir ayrılığını mı gösteriyor?
Bu konuda yorum yapmak için erken, çünkü oradaki güç ilişkilerini çok iyi bilemiyoruz. Fethullah Gülen’in açıklamasıyla İslami hareket ikiye bölündü. Anladığımız kadarıyla bu açıklama Gülen cemaati içerisinde de ciddi tartışmalara yol açtı. Cemaat çok devletçi bir harekettir, devleti hiç karşısına almamış olan bir hareket. Devletçi refleksini gördük. O refleksin ‘60’lı yıllarda komünizmle mücadele derneklerinden itibaren yoğrulduğunu da hiç unutmayalım. Geçmişten gelen bir Amerikancı arka plan var. Artı, gidilen ülkelerde o ülkelerin yönetimleriyle ilişki kurmak zorundasınız. Cemaat radikal bir görüntü vermekten çekiniyor. Geleneksek olarak cemaat müesses nizamla uyumlu davranır. Ortadoğu’da Filistin sorunu bağlamında Gülen cemaati dışındaki İslami akımların cemaat karşısında güç kazanmasından çekindiği için Fethullah Gülen böyle bir açıklama yapmıştır. Bu açıdan baktığımızda, İslami cenah da homojen görünmüyor. Gülen cemaati AKP’yi destekliyor, bir yandan da daha radikal unsurlar AKP’ye destek veriyor. Bence bir yanıyla Fethullah Gülen o açıklamasıyla Saadet Partisi’ne güç kayışını engellemeye çalıştı, hükümete de ültimatom verdi. ‘Haddinizi bilin, bakın yanlış işler yapıyorsunuz. Ordu ve ABD cenahından kayarsak güç başka yerlere kayar’ mesajı hükümete verildi.

AKP, AÇILIMIN ARKASINDA DURAMADI
Hükümet, cumhuriyetin çözülememiş sorunlarına el atmakta çok cesaretli. Ama yükselen beklentilerin altında kalan bir performans sergiliyor...
Bunun iki nedeni var: Birincisi, müesses nizamın bekçilerinin vermiş olduğu tepki, ikincisi AKP’nin bu politikaları ortaya koyarken karşısına çıkan cephenin oy kaygılarına yol açıyor. AKP bir koalisyon, bunun içinde Cemil Çiçek nezdinde cisimleşen ciddi bir damar var. Bu koalisyon politikalarını uygularken kendi içindeki dengeleri gözetmek zorunda. Erdoğan bu açıdan cesaretli bir liderlik sergileyemiyor.
Açılımda da bu oldu, Alevi meselesinde de bu oldu. Örneğin Habur olduğu zaman hükümet temsilcileri çıkıp oradaki insanlar zafer kutlaması yapmıyor. Bizim halkımız çatışmalı sürecin biteceğini düşündüğü için oraya gitti, evet yanlışlar olmuştur, ancak meselenin aslı budur deseydi, arkasında dursaydı çok farklı olurdu.
Ama arkasında durma cesaretini hiç gösteremiyorlar. O milliyetçi hezeyan ortaya çıktığı anda hemen geri adım atıyorlar. O zaman da çözüm yolunda bir ilerleme sağlanamıyor. Kürtler olmadan Kürt sorunu çözülebilir mi? İşte geldiğimiz nokta budur; insanlar ölmeye devam ediyor. PKK ile masaya oturmak istememelerini anlıyorum, Meclis’teki temsilciler var. Onlarla neden doğru dürüst görüşmediniz? Eski çatışmacı politikalara geri dönerek seçim hesabı yapıyor. Ama bu ölümler ciddi bir öfke dalgası yaratıyor. Bu sorunun böyle çözülmeyeceği ortada ama ciddi bir direnç söz konusu. Bu aşılamıyor.

Mustafa Kahveci

Evrensel'i Takip Et