Titanik'in içindekiler gibiyiz!
Üzerine de eleştirilerini sıralıyor: “Ama ortada bütünsel bir program, geniş kitle desteği ve örgüt yok... Olanlar büyük ölçüde simgesel”.
Bu gözlemler, andaki gerçeği yansıtıyor olabilir. Ama bu yeni dalganın, dünyayı doğru yöne götürecek bir kanal açma potansiyeli taşıdığı kesin. Ve bu da az bir şey değil!
Düşünün, ne yöne gittiğimizi! Dünya ekonomik kriz içinde debelenip dururken enerji savaşları kızışıyor. Niçin? Çünkü birilerine göre krizden çıkmak için ekonomi büyümeli. Büyümek için daha çok enerji tüketilmeli. Öyleyse enerjiye herkesten önce ulaşmalı. Afrika’da Ortadoğu’da fark etmez, enerji nerdeyse oraya herkesten önce gidilip yağmalanmalı.
Krizden çıkma formülü bu; ekonomi daha çok büyürken biz öleceğiz… Neymiş efendim, ABD’de kişi başına 2 varil petrol tüketiliyormuş, Avrupa birliğinde 10, Çin’de ise 2 varil. Herkes refah ve mutluluk istiyorsa Amerika kadar tüketmeliymiş!
Gerçekten bu bir çözüm mü? Soruyu Türkiye’de, “Doğanın Düşmanı: Kapitalizmin Sonu mu, Dünyanın Sonu mu?” kitabıyla tanınan Ekolojik Sosyalist Joel Kovel’e sorduk. O, çözüm diye sunulan gerçeği şöyle özetledi: Buzdağına çarpmak üzere olan Titanik’teki gibi… Bazı insanlar başına gelecek felaketi düşünmeden olayı en iyi görebileceği kamaraya doğru koşuyor.
Elektrik Mühendisleri Odasının öncülüğünde gerçekleştirilen ‘Enerji Sempozyumu’na katıldığı için Türkiye’de ‘yakalama’ şansımız olan Kovel’le gerçekleştirdiğimiz söyleşinin, etkileyici Titanik benzetmesinin dışında da kalanlarını da dikkatinize sunuyoruz.
Enerji uzmanları dünyada enerji tüketiminin çok büyük oranda artacağını belirtiyor. Örneğin, sadece Çin’in enerji talebinin önümüzdeki 10 yıl içinde yüzde 50 oranında artacağı dile getiriliyor. Ve bu enerji talebinin yüzde 80’inin fosil yakıtlardan (Petrol, kömür vs.) karşılanacağı vurgulanıyor. Bu kadar fosil yakıt tüketen bir dünyanın nereye doğru gittiğini düşünüyorsunuz?
Bunu bir yıkım olarak adlandırabilirim. Benim bu konudaki sorum şu: Enerji artışı için, üretim artışını talep eden toplumları değiştirecek kadar zamanımız var mı? Çünkü toplumun enerji ihtiyacı büyümeye devam ediyor. Bu da iki korkunç sorunu ortaya çıkarıyor. İlki; atmosferi sürekli olarak petrokimyasal kaynaklı enerji maddeleriyle karbonlaştırıyoruz. İkincisi ise ihtiyacımız olandan daha fazlasını tüketiyoruz. Tükettiğimiz bu malların birçoğu da petrol kullanılarak üretiliyor. Ya da sonuçta okyanuslara atılan tehlikeli madde ve atıklarla dolu çok kötü standartlarda üretiliyor. Netice itibariyle bu tüketim medeniyetin çöküşünü hızlandırıyor.
Örneğin; Kuzey Pasifik Okyanusu’nda Fransa genişliğinde plastik şişe ve ambalaj paketleri gibi tüketim maddelerinden oluşan bir ada bulunuyor. Bu plastik bir ada. Ambalaj paketleri, şişeler, Coco-Cola kutuları... Bu, yani toplumun hep bir şeyler tüketmek üzerine kurulu olması aslında en korkunç şey.
Kapitalist sanayi hakikaten enerji tüketen bir makine gibi ve gelişimini de sürekli bir enerjiye bağlamış durumda…
Herşeyden önce; toplumlar ve bütün sistemler enerjiye ihtiyaç duyar. Petrol olmadan önce, onun da zorlukları vardı. Ama, durumun boyutları tamamen farklıydı. Bugün yeterli olabilecek zenginlik, güneş enerjisini kullanan bir endüstri devrimine bağlı. Bu, bize doğanın bir hediyesi… Ama gerçekte petrol bir zehir, o bize zarar veriyor. Biz uyanıp, değişiklik yapabiliriz. Gerçek değişiklikler...
Çok radikal olacak ama kapitalizm olarak adlandırılan sistemin gitmesi gerekiyor. Kapitalizm, yarattığı korkunç krizlerle devam eden bir sistem… Çözüm ancak değiştirmekle olur. Yaşam tarzımızı, insanların doğayla birebir ilişkisini değiştirebiliriz. Böylece insanlar devamlı olarak eşya, araba, oyuncak vs. satın almak sonra da atmak durumunda, her yıl yeni modele geçmek ve bu kadar çok tüketmek zorunda kalmazlar.
Bu, kesinlikle bir devrim gerektiriyor.
Sistemin efendileri de atmosferin kirlendiğini kabul ediyor. Bir yandan Kyoto gibi, çevre yararına olduğunu iddia ettikleri bir dizi anlaşmalara imza atıyorlar. Diğer yandan da tasarruflu ev aletleri, araç gereçleri üretme, organik tüketime yönlendirme gibi devrime bağlı olmayan çözümler getiriyorlar. Sistemin kendi ürettiği tekil çözümleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçek dünya tam da bu iki şey yüzünden oldukça karışık… Kapitalizmin daha ne kadar bu şekilde devam edebileceğinden emin değilim. Çünkü korkunç krizlere sebep oluyor ve bu krizlerden kaçılabileceğini düşünmüyorum. Hem ekonomik krizler hem ekolojik krizler yaratıyor, bunlar zaten birbirleriyle ilişkili.
Kapitalizmin kendini devam ettirmesinde kendi ideolojisini güçlü bir şekilde pazarlamasının işlevi büyük diye düşünüyorum. Örneğin petrol firmalarının amblemlerine bakarsanız bu pazarlamayı görürsünüz. En büyük petrol şirketlerinden BP’yi ele alırsak; BP British Petroleum olarak bilinmesinin ötesinde, sloganı “Beyond Petrol (Petrolün Ötesi)”dir. Amblemine bakarsanız ayçiçeğine benzer çiçek şeklindedir. Ağırlıklı rengi yeşildir. Ama hemen hatırlayalım BP, geçen sene Meksika Körfezi’ni tahrip etmişti. Çünkü modern dünyada petrol firmaları kârlarını arttırmak için sürekli petrol üretirler ve bunun için de doğaya büyük zararlar verirler.
İkinci şey; ben kapitalizmde her zaman her şey kötü olduğunu söylemiyorum, bu doğru değil. Teknolojik gelişmeler ve bilimsel gelişmeler; yaşamımızı kolaylaştırmamıza yardımcı olabiliyor. Ama önceliği çevresel faktörler değil, kâr.
Temiz yiyecek konusunda durum her geçen gün kötüye gidiyor. İnsanlığın çok küçük bir kısmı ihtiyaçlarını karşılayacak güce sahip. ABD’de şehirlerin yoksul bölgelerinde yaşayan insanlar çoğunlukla hiç kimsenin yemediği kadar kötü şeyler yemek zorundalar. Özellikle içeriğinde şeker ve plastik olan yiyecekler veya genetiğiyle oynanmış besin maddeleri. Bunları çocuklar da tüketiyor. Dünyanın bugüne kadar tüketmediği kadar tüketiliyor bu korkunç yiyecekler. Şehirli yoksul ailelerin iyi yiyecekler bulması gerçekten çok zor. Ama zengin insanlar, çeşit çeşit organik besini temin edebiliyorlar.
Peki ya Kyoto?..
Diğer yandan Kyoto Protokolü, için çok şey söylenebilir. Ama basitçe şunları söyleyeceğim: 1997’de imzalandı ve 14 yıldan beri kesinlikle bir iyiliği olmadı. Tabii spekülatörleri zenginleştirmekten başka... İki yıl önce Kopenhag’ta sağlıklı, alternatif ve ekolojik enerji politikaları koymak üzere toplandılar ancak tamamen başarısız oldu. ABD ile birlikte Hindistan, Çin, Güney Afrika ve Brezilya olumlu tüm gelişmeleri durdurdu.
Kyoto, birşeyler yapıyormuş gibi davranıyor. Kopenhag’ta bütün dünyaya iklim değişikliği için üzülmeyi unutun dediler. Ancak dünya onların söylediği gibi olmayacak, ama öyle olmasını ben de ümit ederdim.
Son olarak, bu ay Güney Afrika’da iklim konusunda başlayacak toplantıda bunları açıklayacağız.
“Kapitalistler de bu dünyada yaşıyor. Ve dünya yok olduğunda onlar da yok olacak bu nedenle onlar da bu dünyanın zarar görmesini istemezler” şeklindeki itirazları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kapitalist bireyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Psikolog olduğum için ve psikalanizle uğraştığım için bu soru beni çok mutlu etti. Kitabımın dördüncü bölümü altında bunu anlatıyorum aslında. Bu programı meydana getiren kapitalistler yani karar vericilerin nasıl yöneteceklerine dair kurallar var ama bu insanlar ekolojik denge ya da doğanın korunması düşüncelerinden yoksunlar. Bir yandan da bu ekolojik sorunların yarattığı sorunlara maruz kalmıyorlar, bunlardan korunmuş durumdalar çünkü güçlüler. Güçlü oldukları için de bir illüzyonun içinde yaşıyorlar. Tabii ki kimse dünyayı yıkmak istemez, bu insanlar deli değiller.
Marx’ın ‘kapitalist insan’ tarifini referans alır mısınız?
Evet, alıyorum! Marx, kapitalist bireyi ‘sermayeleşmiş insan’ olarak tanımlar. Kapitalist evde çocukları, eşleri, komşusu karşısında çok iyi bir insan olabilirler. Hatta tanıdığım iyi kalpli kapitalistler var. Çocuklarıyla oynar, sinemaya gider, spor yapar diğer insanlar gibi davranırlar. Ama işyerine gittiklerinde Marx’ın dediği gibi sermayeleşirler. İş yerinde tek düşüncesi kârdır. İşçi onun için insan değil emek gücüdür artık!
“Değişim için yeterli zamanımız olmayabilir” uyarısında bulunuyorsunuz. Dünyada giderek artan hareketler size umut veriyor mu?
Gramsci ‘zihnin kötümserliği, iradenin iyimserliği’nden bahseder. Bu aydının ‘kötümserlik’ dediği şey aslında karamsarlık değil. Ben bunun gerçekçilik olduğunu düşünüyorum. Ben her zaman umutluyum. Benim entelektüel deneyimlerim, değişimler insanların beklediğinden daha hızlı olabildiğini söylüyor. Geçen seneye baktığımda bizim düşündüğümüzden daha hızlı oluşan dönüşümün işaretlerini görebiliyorum.
Bir yerlerde devrim olduğunda, insanlar her zaman bunu anlamayabilirler ve geriye dönüp baktıklarında devrimin farkında olmadıklarını söylerler. Burada bir bilinç söz konusu, bu bilinç toplumun her kesiminde aynı seviyede değil. Bu bahsettiğim şey aslında yayılmacı bir şey de aynı zamanda. Ama bu, tek bir doğru üzerinden yayılmıyor, çok yönlü ve değişken bir şekilde yayılıyor. Toplumsal gerçeklik kesin bir şekilde umutlu ya da umutsuz olmak gibi doğrusal bir şekilde işlemez. Daha değişken ve yayılmacı bir yapıya sahiptir. İleride neler olacağını biliyorum diyecek kadar salak değilim ama bu hareketlerin bir şekilde içerisinde ihtimal taşıdığını söyleyebilirim.
RESMİYETİ VAR GERÇEKÇİLİĞİ YOK
Enerji sempozyumundaki sunumunuzda Kyoto çevre sözleşmesini ‘aptalca’ bulduğunuzu söylediniz. Nedenlerini Sıralayabilir misiniz?
Belki aptalca değil, belki çok zekicedir ama bunu kimse anlayamaz. Aslında bu sözleşme yazılı olarak var ama biraz da spekülasyon… Yani bir nevi yazılı resmi maddeleri var ama uygulanabilirliği ve gerçekçiliği konusunda problemli. Örneğin sözleşmeye bağlı olarak hükümetlere karbon kullanımı konusunda izin yetkisi veriliyor ama bu karbonun daha az tüketilmesi olarak değil, aksine daha çok tüketilmesi olarak uygulanıyor.
Bu, şöyle bir şey yaratıyor. Kuzeyde birileri sürekli olarak bu karbonu üretmeye devam ediyor, en nihayetinde bunu birileri de tüketiyor. Ama sen bunu tüketmesen bile kuzey bunu üretmeye devam ediyor. Üstelik bu konuyla ilgili bir ölçüm yapmanın da yolu yok.
SOSYALİZMDE EKOLOJİK ÜRETİM MÜMKÜN
Türkiye’deki çevreciler tarafından “Doğanın Düşmanı” kitabıyla tanınıyorsunuz. Kitaptaki temel tezleri bize özetleyebilir misiniz?
İlk kısım, kapitalizmin doğa düşmanı olması sebebiyle hayatlarımızı tahrip ettiğini kanıtlamaya çalışıyor. İkinci kısımsa, felsefe, doğa, toplumsal cinsiyet ve kapitalizm tarihi arasındaki ilişkileri anlatılıyor. Üçüncü olarak da ekososyalizme giden süreci anlatıyor. Kapitalizmin doğanın düşmanı olduğunu anlattığım bölümde ideolojinin bunun altında nasıl çalıştığını da anlatıyorum. Bölümlerin altında çok fazla başlık var. Son bölümde kapitalizmle ilgili çok şey bulabilirsiniz. Burada yeşil politikadan, sıradan politika ve geri dönüşüm politikalarından bahsettim. Aslında son bölümde bahsettiğim ekolojik sosyalizm bağlamında ekolojik üretimin de mümkün olduğuna inanıyorum.
Ayrıca hemen belirteyim ki, ekolojik sosyalizmden bahsetsem de, çokça yapılan “Reel sosyalizmde şu oldu bu oldu, Aral gölü bitti” vb. eleştirilerin karşısında duruyorum. Unutmayalım ki dünyanın bugüne kadar gördüğü en ekolojik toplumları sosyalist devletler oluşturdu.
JOE KOVEL KİMDİR?
Kovel, Amerikalı siyasetçi, akademisyen, yazar ve çevre bilimci olarak tanınıyor. 1980’lerin sonlarında, ekoloji ve insan toplumu üzerinde çalışmalara başladı. Özellikle kapitalizmin ölümcül etkisi olarak tabir ettiği duruma karşı çıkma amacı taşıdı. Ekolojik Marksist dergi CapitalismNature Socialism’de çalışmaya başladı. 2003’te derginin genel yayın yönetmeni oldu ve halen bu görevini sürdürüyor.
1998 yılında ABD Senatosuna Yeşil Parti saflarında aday oldu. Eko sosyalizmin manifestosunu ortaya koyan Joel Kovel’in kitaplarından; Doğanın Düşmanı, Tarih ve Tin ile Arzu Çağı adlı olanları Türkiye’de de yayınlandı.
Evrensel'i Takip Et