20 Ekim 2010 01:00

Kürt siyasetçilerin, belediye başkanlarının ve kitle örgütü yöneticilerinin KCK operasyonu adı altında tutuklandıkları operasyonun davasının ilk duruşması önceki gün başladı. 12 Kasıma kadar sürecek olan davayı duruşma salonunda izledik. Üç gün boyunca da, davanın nabzını duruşma salonundan tutmaya çalışacağız.
İlk günkü duruşma dikkate alındığında, bu davanın da siyasi bir dava olarak yoluna devam edeceğini söyleyebiliriz. Yargılananlar adına Hatip Dicle’nin ana dilde savunma yapma talepleri ile iddianameye dair olarak dile getirdikleri dikkate alındığında ve avukatlarının onun bu açıklamasını destekleyen tutumları dikkate alındığında şunun altını çizmek gerekiyor. Bu davada yargılananlar, bu süreci KCK’lı olmadıklarını kanıtlamaya yönelik bir süreç olarak değil, Kürt sorununun demokratik çözümü adına bir mücadele alanı olarak görüyorlar ve bunu da aslında ilk gün ilan etmiş oldular.
7 bin 500 sayfalık iddianame bakımından da durumun böyle olduğunu vurgulamak gerekiyor. Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözümünü savunanların, PKK’yi tasfiye girişimlerini değil, PKK’nin silahlarını bırakacağı yasal bir siyasal zeminin oluşturulmasını savundukları biliniyor. Sivil demokratik alanı kendi kontrolündeki bir alan olarak sınırlayan AKP Hükümetinin ve geleneksel devlet çizgisinin ise tam da bu davanın dayandırıldığı KCK iddianamesinde çekildiği türden bir çizgi çekmeyi savundukları açık. Kürt siyasetçilerin anadilde savunma talepleri de tam da bu nedenle sıradan bir talep olmanın ötesinde, kendi açılarından başka bir çizgi çekme taktiğinin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Yargılananlar bu talepleriyle, Abdullah Debirbaş’ın ikili görüşmemizde de dile getirdiği gibi, “Bu davada yargılanan ‘demokratik çözüm’ seçeneğidir” demiş oluyorlar.
Aslında davanın bu gerçekliği, biraz daha geriye çekilerek daha genel bir saptama yapmayı da gerekli ve zorunlu kılıyor. Kürt sorununda demokratik çözüm isteyenler, Türkiye’de akan kanın durmasını isteyenler ve bunun için PKK’ye kayıtsız koşulsuz silah bırakma çağrılarının bir anlamı ve zemini de olmadığını bilenler, bu davayı, yargılananlarla yargılayanlar arasında sınırlanmış bir dava olmaktan çıkarmak durumundadır. Bu davaya tarafsız kalmak, uzun vadede tasfiye politikalarına da pasif bir destek anlamına gelmektedir. Nihayetinde Kürt sorunu bugün Türkiye’de politika alanının temel bütün denklemlerini etkilen ağırlıktaki bir sorunudur ve bu soruna kayıtsız kalarak demokratik bir politik iklim ile demokratik bir politik gelecek tahayyül etmenin imkanı da bulunmamaktadır. Yani, ‘Seçilmiş Kürt temsilcileri cezaevlerine doldurulsun ama Türkiye’de demokratikleşsin’ demek ne kadar anlamsız ise, bu davaya kayıtsız kalarak demokratik bir Türkiye beklentisi içinde olmakta bir o kadar anlamsızdır. Bazen belli davalar, tarihte bu kadar kritik bir anlam içerir, bu kadar kritik zemine oturur.
Duruşmanın ilk günündeki katılım çeşitliliği, Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren kesimlerin temsilcilerinin, partilerin, aydınların, gazeteciler, hukukçular, sendikacıların bu gerçeği gördüklerinin bir göstergesiydi. Bu katılımın sıradan bir dayanışma gösterisinin ötesinde, Kürt sorununun çözüm tartışmalarına, çözüm yöntemlerine bir taraf olma tutumunun izlerini gösterdiğini söylemek kanımızca abartılı olmaz. Bu katılım davanın ikinci gününde de sürmüş durumda. Ancak bu davanın ilerleyen süreçlerinde de yargılanan Kürt halkının temsilcilerini yalnız bırakmamak yaşamsal bir önem taşıyor.
Ve elbette kastettiğimiz, duruşmaya gelmekte merkezileşen bir katılım ve destek değil. Bu sürecin sadece bir yönü. Bundan sonrası için belki daha da önemli olanın, davanın ilk gününde Türkiye’nin batısındaki illerde bu dava ile ilgili yapılan açıklama ve eylemlerinin sıcaklığının sürmesidir. Kürt halkının ve onların temsilcilerinin, ortak demokratik bir çözüme dair umutlarını yitirmemeleri isteniyorsa bunun da pratik bir karşılığı olmalıdır.
FATİH POLAT

Evrensel'i Takip Et