31 Ekim 2010 00:00

Mezopotamyalı Semiramis


Aezopotamya bölgesindeki Babil yakınlarında, büyükçe bir gölde Derketo adında kadın yüzlü, balık gövdeli halim selim güzel bir tanrıça yaşıyordu. Kimseler de onu bilmiyor, tanımıyordu... Ne var ki evren güzeli tanrıça Afrodit; Derketo’nun gerek soyluluğunu gerekse güzellikten yana kendine olan güvenini çok kıskanıyordu... O yüzden bu sessiz tanrıçanın yüreğine en yakıcı aşk okları gönderdi; ölümlü bir çobana delidivane âşık etti... Derketo, zilzurna vurulduğu bu çobanla birlikte yaşamaya başladı... Birsüre sonra da nur topu gibi, güzel mi güzel bir kız çocukları dünyaya geldi. Ama gene de Derketo, ölümlü bir dünyalıyla birlikte yaşamayı tanrıçalık onuruna yakıştıramıyordu!... O yüzden çoban sevgilisini bırakıp kaçtı... Ondan olan kız çocuğunu da dağbaşındaki bir kayalığa bıraktı...
Derketo’nun dağbaşına bıraktığı bu öksüz ve güzel bebeği, o yörenin ak güvercinleri bir ana gibi sıcak kanatları altına aldılar hemen. Onu en iyi şekilde büyütmek yakınlardaki kralın mandırasından aşırdıkları peynir, süt gibi yiyeceklerle beslemeye başladılar... Ne var ki orada çalışanlar da, hırsız güvercinlerin izini sürdüler birsüre. Sonunda onların dağbaşında bırakılmış bir bebeğe analık ettiklerini gördüler. Bundan çok etkilenen mandıra emekçileri, bu güzel bebeği kaptıkları gibi doğruca çiftliğe getirdiler ve ona, “güvercinlerin beslemesi” anlamına gelen Semiramis adını verdiler... Mandıra çalışanlarının karşılıksız sevgisiyle de doyunup okşanan bebek, kısa sürede güzeller güzeli bir gençkız olup çıktı...
Günlerden birgün mandırayı denetlemeye geldi kralın yakışıklı kâhyası. Ve kısa sürede bu güzeller güzeli Semiramis’le içli dışlı oldu. Birbirlerini çok sevdiler... Çok geçmeden de mandıra emekçilerinin düzenledikleri şenşakrak düğün eğlenceleriyle dünya evine girdiler. Bu mutlu çiftin bir de çocukları oldu... Semiramis artık kocasını başarıya götürecek her konuda yardımcı oluyordu.
Semiramis’in çocuğu yeniyetmelik çağına geldiği sıralarda; yaşadıkları ülkenin kralı Ninos; Baktriya krallığına, savaş açtı. Kralın gizli amacı haliyle o ülkenin hazinelerine el koymaktı. Semiramis’in kocası da bu savaşa katılmak zorunda kaldı... Kralın kâhyası, özlemine dayanamadığı Semiramis’i yanına getirtti. Çok zeki ve becerikli olan Semiramis, Baktriya krallığının düşmeyen ve direnen kalesinin düşmesi için bir tuzak kurup krala yardımcı oldu.
Bu başarıdan sonra Semiramis; kral Ninos’un ilgisini ve hayranlığını kazandı hemen. Çok geçmeden de onu kraliçe olarak sarayına kapattı.. Ne var ki karısı Semiramis’i çok seven kâhya, kralın bu acımasız davaranışı karşısında kendi canına kıydı!...
Zorla kralın karısı olan Semiramis’in bir oğlu oldu... Kral Ninos ölünce de onun tahtına kuruldu... Babil’de, kraliçelik onurunu okşayan, düşlerindeki cennete özgü pek çok konak, tapınak yaptırdı. Gene dillere destan “Babil’in asma bahçeleri” de onun yapıtları arasına girdi... Geçmişin ünlü ozanları, bu asma bahçelerini ballandıra ballandıra anlatmaktan hiç bıkmadılar. Ne var ki Semiramis’in kendi ün ve tutkusu uğruna yaptırdığı saray ve tapınakların dışında, halkının mutluluğu için hiç birşey yapmadı. Hep komşu ülkelere yağma ve talan seferlerine çıkıyor; ününe ün, malıma mal eklemeye çalışıyordu. Birgün insan dostu tanrılar; gene komşu ülkelere talan ve sömürü amacıyla sefere çıktığında, oğlunun tahtına el koyacağı haberini ilettiler Semiramis’e… Bu uyarının amacı onu savaşlardan caydırmaktı... Ne var ki o bu uyarılara hiç aldırmadı! Zaptettiği ülkelerde kendi damgasını taşıyan anıtlar diktirmeyi, hanlar konaklar, tapınaklar kurdurmayı sürdürdü hep... Bir keresinde ta Hindistan’a dek gitti... Oranın baştanrısı Ammon’la konuştu... Amacı büyük bir tanrıça olmaktı! Ama geçen yıllar içindeki bu uzun menzilli talan savaşları sonunda, haliyle çok yorgun düştü ve hastalandı...
Artık döşeğinde son demlerini yaşayan yorgun Semiramis; hiç tanımadığı ve kendisini dağbaşlarında terk eden anası tanrıça Derkote’yi düşündü içi burkularak... Sonra da kendisine Semiramis adını verdiren o ak güvercinler uçuşmaya başladı gözlerinin önünde… Anadolu’nun sevgi yüklü o adsız ve gani gönüllü güvercinleri ona analık etmiş; çaldıkları peynir, yoğurtla besleyip ölümden döndürmüşlerdi onu... Ama kendisi çok yanlış bir yol tutmuştu. Artık hiç benimsemediği anlamsız güzergâhlarda koşuşmuştu hep... “Savaştan savaşa koşmak, insanları boğup onları talanlamak, taht ve tapınaklar kurmak yerine, birzamanlar beni besleyen ve kurtaran güvercinler gibi, Mezopotamya’daki acılı halkın bir güvercini olabilseydim keşke! “ diye hayıflandı içi yana yana... Ama artık çok geçti...
Ne var ki onun bu üzüntüsünü anında duyan tanrıça Afrodit, Semiramis’e çok acıdı; onu sevgiyle anlamaya çalıştı bu kez. Ve bu Akdenizli, yufka yürekli tanrıça Afrodit; dünyanın en zengin ve verimli ülkesi Mezopotamya’nın dağlarında ovalarında, durmadan dolanan, bembeyaz bir güvercine dönüştürüverdi onu... Ve Semiramis hemen kanatlanıp dağlar bayırlar aştı; ülkesi Mezopotamya’ya döndü...
Ne var ki Mezopotamyalı bu ak güvercinin; oralarda hâlâ acılı ve umarsız yaşayan ve yazgıları hiç değişmemiş insanlarından utanan, mahzun bir güvercin olduğu da kesindi...
Yaşar Atan

Evrensel'i Takip Et