14 Kasım 2010 00:00
NOT
Artık hemen herkesçe kabul ediliyor; Kürt sorununda çözüm kendisini dayatmış durumda. Ama artık böyle gitmez şeklindeki genel kabul...
Artık hemen herkesçe kabul ediliyor; Kürt sorununda çözüm kendisini dayatmış durumda. Ama artık böyle gitmez şeklindeki genel kabul, çözümün niteliği ve kapsamı konusunda mevcut değil ne yazık ki. Her çözüm denilen, demokratik olmuyor. Burada ki asıl sorun da devletin (ve de hükümetin tabii ki) demokratik bir çözümden öte, toplumsal gelişmenin (Kürt mücadelesinin) aşıp geçtiği statükonun restorasyonuyla yetinme kararlılığıdır. Böyle olunca da sorunun tarihsel kaynağının üzerine giderek tarihsel eşitsizliğin giderilmesine dönük somut haklar tanımayı gerektiren çözümün etrafında dolaşılmış oluyor.
Çözüm değil de çözüm yanılsaması oluşturulmak isteniyor.
Öyle ki, meselelerin konuşuluyor olması bile çözüm diye sunulabiliyor. Bakın nereden nereye geldik; tartışamadığımız bir konu kalmadı, özerklik, Kürtçe eğitim bile konuşulabiliyor deniliyor. Ve sonrasında da Kürt hareketinin artık kayıtsız koşulsuz silah bırakması şeklindeki o bilindik ve gayet demokratik talep ekleniyor tabii ki.
Silahla değil de siyaseten çözelim yaklaşımının istismarı sayılabilecek bir durum bu:
Konuşuyoruz ya işte daha ne olsun, acele etmeye ne gerek var, gerisi de gelir bir gün !
Savaşarak çözümsüz bırakmanın bugünkü versiyonlarından biri de konuşarak (ki ne ölçüde konuşulduğu da ayrı bir konu!) çözümsüz bırakmak oluyor herhalde!
Yani, somut haklar tanımadan, konuşmanın, tartışmanın kendisini çözüm diye belletmek
En az seksen yıllık bir sorundan bahsediyoruz ve hala acele edilmesin demenin ise kaplumbağa kriterlerini bile zorlayacağı açıkken hem de
Kürtler anadillerinin kamusal bir hak olarak tanınmasını istiyorlar örneğin.
Bunun konuşulacak neyi var?
Dillerini istiyorlar dillerini!
Kendi varoluşlarıyla birlikte sahip oldukları dillerini
Konuşalım da acele etmesinler öyle mi?
Ne kadar beklemeleri gerekiyor acaba?
Ve en önemlisi de, Kürtçe konusundaki bu kamusal dışı tutula(!) zırhı ortadayken böyle, susup beklesinler yani Ancak müzelik ya da geleneksel bir dil kapsamındaki kabul sınırlarını Kürtler de kabul etsin!
Diyarbakırdaki davada Kürt siyasetçilerinin Kürtçe savunma ısrarı, bu kabul çerçevesini bir kez daha sergilemiş oldu.
Ama hakkını yemeyelim mahkemenin, önceki celsede bilinmeyen ve anlaşılmayan bir dil diye nitelenen Kürtçe için, en son Kürtçe olduğunu düşündüğümüz dil kaydı geçirilebildi! Bazıları için, bu da önemli bir aşamadır belki ama nitelik aynıdır, zira sonuçta söylenen şudur: Kürtçeyi evinizde, sokağınızda konuşun ama mahkemelerde, kamusal alanlarda konuşmayın. Dilinizin ve dolayısıyla kimliğinizin özgürlüğü bu kadardır, razı olun!
İleri demokrat Cumhurbaşkanımız da bu tip şeyler (Kürtçe savunma ve BDPlilerin Kürtçe konuşmaya dair kararları) politik araç yapılmaktan uzak tutulursa o kadar rahat hayatımızın parçası olur demiş.
Hangi hayatımızmış bu?
Bahsedilenin, sözgelimi mahkemeleri, okulları yani kamusal olanı Kürtçeden, dolayısıyla Kürtten ayıklayıp bir kenara bırakan, yani bölünerek, parçalanarak Kürde dayatılan hayat olduğu çok açık değil mi?
Bu yaklaşımın kendisinin salt-politik olmadığını kim söyleyebilir şimdi?
Yani ortada tam da politik bir sorun var ve taraflar tam da politik durumdalar.
Leyleğin hayatı laklakla geçebilir belki ama epeyce zaman oldu, Kürdün hayatı politikayla geçiyor artık.
Ve savaşma konuş ile yetinmeyen bir hayat
Savaşma ve sadece konuşma; kimliğimi tanı, dilimi ver, somut adım at diyen, oldukça reel bir politik hayattır onun ki
VEDAT İLBEYOĞLU