6 Aralık 2010 00:00
Şiddete karşı söz
GÜNÜN YAZILARI
Gene uzun bir ara verdik. En son yazımdan beri, hafta sonlarını ve herhangi bir tatil dönemini evde geçiremedim, dolayısıyla toplantılarda ve başka şehirlerde, ülkelerde de yazı yazmam olanaksızdı. Hem toplantılara, eğitimlere hiç olmazsa bir gün öncesinden hazırlık yapma zorunluluğu, hem de yazı için en azından bir günlük bir yoğunlaşma gereksinimi elimi kolumu bağladı. Aslına bakarsanız bu hafta da pek yazabilecek gibi değildim. Bugün evde yazımı yazarken, olmam gereken yer Diyarbakırdaki Sağlık Kurultayı idi. SESin düzenlenmesinde büyük katkıları olan Kurultayda kadın, çocuk ve sağlık üzerine konuşup, hem de bölgede yaşanan sağlık sorunları, yerinden yönetimlerin sağlık alanına uygulanması üzerine pek çok yeni bilgi de öğrenecektim. Dinlenmeden çalışmanın da pek sağlıksız olduğunu bedenim itiraz ederek bana gösterince, Diyarbakır yerine Kadıköyde bu haftanın yazısını yazarken buldum kendimi.
Uzun zamandır hızla göz gezdirmekle yetindiğim gazeteleri köşe bucak didikledim, geçen hafta İnsan Hakları Hareketi Konferansında aralarda söyleşirken yeniden aklıma düşen bir yazıyı, tam 18 yıl sonra yeniden çıkarıp okudum. Yıllardır her karşılaşmamızda kendisinden çok şey öğrendiğim, konuşmalarını keyifle izlediğim, yazılarını iştahla okuduğum Nilgün Tokerin Birikimin 41. sayısındaki yazısından söz ediyorum. Şiddete Karşı Politika: Hannah Arendtin Şiddet Analizi. Bu yazı benim de Arendt ile tanıştığım yazı olmuştu. Hekimliğimin ilk on yılını bitirmiş, şiddeti belgelemenin içinde de 7 yılım geçmişti. Şiddet üzerine çokça düşündüğüm yıllardı. İnsanların kaçırılıp bir daha gelmediği, faili belli ama görülmek istemeyen katliamlar ve işkencelerde ölümlerin sıradanlaştırılmaya çalışıldığı yıllar. Sözün şiddet karşısında çaresizliğini iddia ediyordu Arendt. Şiddetin apolitik bir durum olduğuna vurgu yapıyordu.
Söze dayalı bir iş yapıyordum, sözüm şiddete karşıydı. Çaresiz miydi? Sanmam! O yıllara denk düşen kuruluşuyla Türkiye İnsan Hakları Vakfı şiddete karşı söyleyecek sözü olduğunu iddia ediyordu. Yirmi yıldır bu iddiasını sürdürüyor. Yalnız bu sınırlar içinde değil, dünyanın dört bir yanında işkenceye karşı söyleyecek sözü olanların gözü, kulağı ve gördüklerini, duyduklarını söze dökecek aracı olan İstanbul Protokolünü şiddete karşı sözün çaresiz olmayabileceğinin kanıtı olarak kabul ettirebilmiş olması, işkencenin sıradanlaşmasının önüne dikilip de adım adım geriletmesi az iş değildi bunca yıl içinde.
Şimdilerde işkencenin yeni yüzüyle karşı karşıyayız. Söyleyecek sözü olanlar üçer beşer toplanmasın. Nerede olursa olsun, gazlara bulanıyorlar, coplarla tekmelerle dövülüyorlar. Rektörlerle toplantı yapıyor Başbakan. Öğrencilerin, yalnız öğrencilerin değil elbette hepimizin üniversite üzerine, YÖK üzerine söyleyecek sözü var. Öğrenciler de bu toplantıyı fırsat bilip, söz söylemeye çalışıyor. Kullanılan gaz öyle yoğun ki üzerinden bir gün geçtikten sonra bile izleri görünüyor. Geçen haftalarda gene üniversitelerden gençlerin saldırıya uğramasından sonra, poliklinikte birkaçını muayene ederken, biz hekimler dahi etkilendik, siz düşünün artık uygulamanın şiddetini
Arendt diyor ki: Konuşma, şiddetle karşı karşıya geldiğinde çaresizdir. Bu konuşamamazlıktan dolayı politik teorinin, şiddet fenomeni hakkında söyleyecek çok az şeyi vardır ve onun tartışılmasını teknisyenlere bırakmak zorundadır. Şimdi, Nilgün Tokerin yazısından bütünlüğü içinde Arendtin iddiasını buraya alıntıladığımda gördüğünüz gibi, bu çaresizliğin politik teori üzerine konuşma olduğu, söz söylemenin teknisyenlere devredildiği anlaşılıyor. Bir bakıma şiddeti belgeleme işini yapanları teknisyenler olarak tanımlamak mümkün elbette. Ancak politik teorinin gelişmesinde ve dolayısıyla şiddete karşı çaresiz kalmamasında bu sürecin etkilerini hafifsememek gerekiyor.
İşkence kavramını yeniden tartışmaya açmak, İşkenceye Karşı Sözleşmedeki tanımı gözden geçirmek gerektiğini, tam da teknisyenlerin uygulanan şiddetin niteliğini yeniden tanımlaması başlatabilir. Politik teorinin yolunu açabilir.
Evrensel'i Takip Et