‘Suzan Defter’ gerçeğin ne olduğuna cevap arayışıdır
Ölüm seninle bir anlaşma yapalı. Şu lanet olası defter dolduğunda bana gel. Bak kalan ömrüme ömür biçerek kafa tutuyorum sana-sen ki en tabii korkusun...
16 kasım Cuma
‘Bir kadın birdenbire günlük tutmaya başlamışsa, ya aşık olmuştur ya terkedilmiştir’ demişti Suzan. Defterler evinde dağ gibi yığılmıştı. Hepsi abimi unutmak için. İçimden yak bunları Suzan demek geçti. Deli deli gülüyordu defterlerini gösterirken...
Bunlar aynı gün için yazılan iki ayrı günlükten alıntı, Ayfer Tunç’un son kitabı ‘Suzan Defter’inden. Daha önce ‘Taş, Kağıt, Makas’ adlı öykü kitabında karşılaştığımız ‘Suzan Defter’i bu sefer Tunç’un kendi deyimiyle azat olmuş bir kitap olarak görüyoruz. İki ayrı günlük şeklinde akan sayfalar, iki ayrı yaşama tutulan ayna aynı zamanda. Çekirdek aile içerisinden kopmuş parçalar halindeki ilişkiler, sancılı aşklar, yalnızlıklar iki günlükte birleşiyor. Ekmel Bey ve Derya’nın yaşamları, çevrelerindeki insanların hikayelerini çaprazlama kesiyor. Her bir parça bir başka kahramanı ve onun hikayesini anlatıyor. Modern yaşamın insan ilişkilerine yakından mercek tutan, günlük yaşanan dramların kişilerin psikolojisine nasıl kalın ve acı çizgiler bıraktığını gösteren Ayfer Tunç, ‘Yazma serüveni biraz da başkası olmak için’ diyor ve ekliyor ‘Yazmanın daha en başında kendime dair farkına vardığım en temel şey hayata ve insanın hikayesine duyduğum ilgi oldu.’
Yazmakla ilgili şöyle diyorsunuz. ‘Yazıyorum, çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum’ Bu nedenle mi kitaplarınızda en çok karakterleriniz konuşuluyor...
Yazmanın daha en başında kendime dair farkına vardığım en temel şey hayata ve insanın hikayesine duyduğum ilgi oldu. Hani hangi çağda yaşamak isterdiniz ya da kimin yerinde olmak isterdiniz gibi anket defteri soruları vardır ya, o soruları bir türlü cevaplayamadım. Bütün çağlarda yaşamak ve herkesin yerinde olmak isterdim çünkü. Aslında insan denen varlığın yapısında benim basite indirerek ve meraklılık tonuna büründürerek verdiğim bu cevabın izi vardır. Bence insanı insan yapan unsurlardan biri de kendisine bahşedilen tek bir hayatla tatmin olamamasıdır. Bunun iyi ya da kötü bir hayat yaşamakla ilgisi yok. Kimileri alıp başını gitmek arzusunu dizginleyerek bir ömür geçirir, kimileri gerçekten gider, kimileri benim gibi yazar. Biraz da bu nedenle gitmek pek çok düşünürü ilgilendirmiştir. Gitmek mevcut hayatı değişime uğratmak yeni bir hikaye yapmaktır. Ben gitmek yerine yazmayı, yazarak başkaları olmayı tercih ediyorum.
‘Suzan Defter’i iki günlük olarak tasarlamanız, Ekmel bey ve Derya’nın günlüklerinin anlatıma aynı zamanlarla akması... bunlar hikayenizde nasıl bir ölçütün gerekliliği sonucu doğdu?
Ölçütten çok metnin meselesini ortaya koyacak bir biçimin aranmasıydı konu. İki kişinin yaşadığı aynı anın farklı gerçekliklere tekabül etmesi, gerçeğin algısındaki farklılık, insanın günlük yazarken bile kendine tümüyle dürüst olamaması, bütün bunlardan önce gerçek dediğimiz şeyin ne olduğu gibi soruların cevabının arayışı olarak iki ayrı metin yan yana aktı.
İNSAN, HAYATINA GİZLİCE VEYA AÇIKÇA BAŞKASININ HAYATINDAN BAKAR
Ekmel Bey’in kendi yaşamına bir başkasının yaşamından bakma isteği üzerinde durmak istiyorum biraz da. İnsanlar genel olarak bunu yaparlar. Ama gizlice. İçsel bir kıyaslamadır çoğu zaman. Siz böyle bir kıyaslamanın izdüşümlerini yazarken bir kıyaslama yaşadınız mı?
Açıkçası ben insanların kendi hayatlarına -gizlice veya açıkça- hep başkalarının hayatı üzerinden baktığını düşünüyorum. Her türlü değer üretimi için bir nirengiye ihtiyacımız vardır. Bunun düşünsel olmayan gündelik tezahürleriyle çok sık karşılaşırız ve karşımıza haset, dedikodu, yargılama ya da kimi zaman aşırı hayranlık hatta aşk kılığında çıkarlar. Örneğin haset bu kıyas olmadan yaşanamayacak bir duygudur. İnsanın insana değmesi esnasında ortaya çıkan her türlü duygu benim ilgi alanıma girer dolayısıyla karakterleri sürekli birbirleriyle kıyaslarım. İnsan aslında bir başka insana dair her düşüncesini kendinden geçirerek ortaya koyar ve böylece zihninin dibinde bir yerde kendini kendi günahlarından arındırır. Ama kamil insan bunu gizlice değil kendine karşı dürüstçe yapar ve bu pek alışık olduğumuz bir şey değil.
‘Suzan Defter’ gerçekten dikkatli okunmadığında çoğu şeyi kaçırabileceğimiz bir kurguya sahip. Derya’nın kendisini Ekmel bey ile tanıştırdığında, ağabeyinin eski sevgilisi Suzan’ı oynaması, onun gözünden kendini ve ağabeyini görmesi de kitaba gereken dikkati verdiğinizde ancak ortaya çıkıyor. Takip ve biraz da çözümlemeler gerektiren bir kurguyu yazmak sizin açınızdan nasıl bir tanıma sahip?
Yazarken bu türden kurguları tanımlayarak, adını koyarak veya şartlarını belirleyerek yapmayız aslında. Edebiyat zihnin dehlizlerinde gelişip kağıtta beliren bir alışveriştir. Buna ancak yazılıp ortaya çıktıktan sonra çözümleme sırasında bir ad vermek veya tanımlamak mümkündür ama bu da yazarın işi değildir. Yine de bir tanımlama yapmak gerekirse benim yazma biçimimde ‘katmanlandırma’ veya katmanların altını çizme diyebileceğimiz bir çaba var. İnsana dair en temel inancım yeryüzünde hiçbir insanın sandığımız kadar basit olmadığıdır. İnsanlıktan ve medeniyetten uzak bir dağ köyünde, ömrü boyunca beş insanı görerek yaşayıp ölmüş bir kişinin bile, örneğin dağlara ya da gökyüzüne dair bir hikayesi vardır ve bakışınıza bağlı olarak büyüleyici bir hikaye olabilir.
KARAKTERİMİN BENİMLE DERTLEŞMESİNİ İSTİYORUM
Hikayenizde dikkat çeken başka bir durum da karakterlerinizin dertleşecek, bugünü ve geçmiş anılarını anlatacak kimselerinin kalmamış olması. Aslında bir çok öykünüzde de bunu görebilmek mümkün ‘Taş-Kağıt-Makas’taki Emir gibi mesela. Neden yalnızlığı ve yalnızları tercih ediyorsunuz?
Çünkü ancak yalnızların hikayeleri pürdür veya saftır ve her aktarma bir gerçeklik kaybına yol açar. Sorunuzdaki dertleşmek sözcüğü dikkatimi çekti. Dertleşmek aslında ömrümüzü hikaye etmektir ve kesinlikle dürüst bir eylem değildir. Çünkü dertleşme eyleminin içinde gerçek saf değildir, anlatan kişinin hikayesine uydurulmuş, anlatanı haklı çıkaracak ayrıntılar hatta küçük hikayeler yüklenmiştir, gerçeğin uzağına düşmüştür. Daha önce defalarca referans verdiğim Yazar Max Frisch’in dediği gibi “Her insan hayatı sandığı bir hikaye uydurur.” Öte yandan dertleşen iki kişinin dertleşmesini yazdığım anda bir aktarıcı olurum, oysa ben karakterimin benimle dertleşmesini istiyorum ve ağır şartlar koyuyorum, zihninin dibini bile kazıyacağım diyorum. (İstanbul/EVRENSEL)
SUZAN DEFTER AYRI KİTAP OLMALIYDI
‘Suzan Defter’ daha önce ‘Taş, kağıt, makas’ öykü kitabınızda yer alıyordu. Onu bu kitabın içinden çıkarıp tek başına bir kitap haline getirme fikri nasıl oluştu?
Her ne kadar diğer metinlerle tematik bir ortaklığı varsa da, Taş-Kağıt-Makas’ın içindeyken Suzan Defter’in ayrı bir kitap olması gerektiğini düşünüyordum. Fakat onu bir bütün olarak Gece Yazısı dergisinde yayımlamıştım. Ardından tek başına kitap yapmak bu metni Gece Yazısı’nda okumuş olan okurlara haksızlık olacak gibi geldi. Bu nedenle Taş-Kağıt-Makas’ın içinde yer aldı. YKY’de çalışırken bir yazarın metinlerini yeniden düzenlemek hatta yeniden yazmak (Ki benim kaçınmadığım bir şeydir) gibi eylemleri hakkında çok konuşmuştuk. Ben de yazarın yaşadığı sürece yayımlanmış metinlerine sonsuz müdahale hakkı olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle ayrı basılması gerektiğini düşündüm. Sadece Suzan Defter de değil. Aziz Bey Hadisesi de aslında bir novelladır.
HİKAYELERİMDE ERKEĞİN YERİ, ISTIRABI NEYSE KADININ Kİ DE ODUR
Hikayelerinizdeki kadın karakterler üzerinde durmak istiyorum. Umutsuz aşıklar, hayattan elini çekmiş anneler, ataerkil toplumun yok saydığı görünmez kadınlar ve yaşama şehvetiyle kafa tutanlar...Hikayelerinizde kadının yeri nedir?
Kadına yönelik şiddetin bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldığı ve bu salgını önlemekle görevli iktidar sahiplerinin parmaklarını bile oynatmadığı bir ülkede kadının edebiyattaki yeri, hatta bir kavram olarak kadın elbette temel bir sorundur. Sorun daha kadına kadın demekten/diyememekten başlıyor. Ve bu sorun bizi öfkelendiriyor, öfkenin şehveti yazdıklarımıza da sızmak istiyor. Ama edebiyat köpürmüş duygularla yapılmaz, öfkemize ve isyanımıza hatta kimi zaman kendimize rağmen hakiki edebiyat bizden dürüstlük talep eder. Hikayelerimde kadına erkekten farklı bir değer veya yer vermiyorum. Erkeğin yeri ve ıstırabı neyse kadınınki de odur. Örneğin Ekmel Bey’in Derya’dan daha az sefil olduğunu söyleyebilir miyiz? Ekmel Bey de ataerkil bir ailenin, egemen bir babanın oğlu olarak ağır yaralıdır.
Evrensel'i Takip Et