18 Nisan 2006 22:00

'Artık ölmek istemiyoruz'

Tuzla'daki atık varilleri, Mimar Sinan mahallesi sakinleri ve Emek Partisi Tuzla İlçe Örgütü'nün düzenlediği eylemle protesto edildi. UNIFAR şirketine ait fabrika önünde yapılan protesto eylemine mahalle muhtarı Zülfü Erdoğan da katıldı. Mimar Sinan Mahallesi Muhtarlığı önünde toplanan yaklaşık bin kişi, "Artık ölmek istemiyoruz", "Rantçı belediye istemiyoruz", "UNIFAR kapatılsın", ve "Halk buruda, Osman Pepe nerede" sloganları atarak UNIFAR fabrikasına yürüdü. Fabrika önünde mahalle sakinleri adına açıklama yapan Muhtar Erdoğan, mahallenin yakınındaki UNIFAR Kimya Sanayi ve Ticaret A.Ş firmasına ait fabrikanın çevreye kimyasal koku yaydığını belirterek, iki yıldır resmi ve yasal girişimlerde bulunduklarına dikkat çekti. Kimyasal koku ve deredeki tortuların insan sağlığını olumsuz etkilediği yönünde raporlar olduğunu belirten Erdoğan, yetkililerin olayların sorumlularını kamuoyuna açıklanmasını istedi. Emek Partisi İl Yöneticisi Özgür Akgül ise, yaşananların rantiyeci belediyecilik anlayışının sonuçları olduğunu söyledi. UNIFAR'ın ne ilk ne de son olacağını belirten Akgül, sorunun bütün Tuzla ve Türkiye'yi ilgilendirdiğine dikkat çekti. Yaşanan çevre katliamının sorumlularının derhal ortaya çıkarılması gerektiğini söyleyen Akgül, parti olarak yaşananların takipçisi olacaklarını da kaydetti. Bu arada, astım hastası olduğu öğrenilen ve eylem sırasında rahatsızlanan Taksime Çeri adlı bir kadın ambulansla hastaneye kaldırıldı. ESP üyeleri de Orhanlı Beldesi Atatürk Caddesi'nde tehlikeli atık varilleri bölgeye bırakanları protesto etti.


UNIFAR bizi kullandı Diğer yandan Tuzla Orhanlı Beldesi'nde bulunan tehlikeli atık varilleriyle ilgili gözaltına alınan 4 kişi Tuzla Adliyesi'ne sevk edildi. Şüphelilerden bazıları adliye binasına girerken gazetecilere, "UNIFAR kimya bizi kullandı" şeklinde sözler sarf etti. Tehlikeli atık varilleriyle ilgili soruşturmayı yürüten Tuzla Cumhuriyet Savcısı Bayram Albayrak, "Bu olayla ilgili TCK'nın 181. maddesinin uygulanması gerekiyor. Bu maddenin yürürlük tarihi 12 Ekim 2006 olduğu için bunu da uygulayamıyoruz. O nedenle kim olursa, olsun; kim gelirse gelsin; bu soruşturmayla ilgili ifadesini aldıktan sonra görevsizlik kararı verip soruşturma dosyasını ilgili idari kuruma göndereceğim" dedi. TCK'nın 181. maddesi, "çevrenin kasten kirletilmesi" başlığı altında buna ilişkin işlenen suçlarla ilgili çeşitli cezalar öngörüyor. Öte yandan İstanbul İl Çevre ve Orman Müdürü Mehmet Emin Birpınar, Tuzla'nın Orhanlı Beldesi'nde çalışma yapılan bölgede şu ana kadar 210 varil ve içinde granül madde olan yaklaşık 400 çuval bulunduğunu söyledi.


LOVE CANAL'I HATIRLAYALIM Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Peker, adeta atık varil mezarlığına dönüştürülen İstanbul Tuzla'daki tehlikenin sanılandan daha büyük olabileceğini söyledi. Prof. Dr. Peker, yaptığı açıklamada, asitler, toksik kimyasal elementler, radyoizotoplar, pestisitler ve organik bileşikler gibi tehlikeli atıkların, düzenli yönetilmediğinde insan ve çevre sağlığı açısından büyük tehlike oluşturduklarını belirtti. Bu atıklardan kurşun ve civanın beyin, arseniğin ise cilt üzerinde etkili olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Peker, şunları söyledi: "Tehlikeli atıkların zararları, ilk olarak gelişmiş ülkelerde değişik etkilerin ortaya çıkmasıyla fark edildi ve bu kirleticilerin neden olabileceği olumsuzluklar yaşanan kötü tecrübelerle somut olarak görüldü. Bunun en çarpıcı örneği, Amerika'daki 'Love Canal' olayıdır. Bu olay bir kimyasal döküntü alanı olarak kullanılan kanal üzerine yerleşim bölgesi kurulmasıyla başlamıştır. Bu alana bir şirket tarafından 1920'den 1950'ye kadar 80 kez kimyasal maddeler dökülmüş ve bölge daha sonra yerleşim alanı olması için devlete bağışlanmıştır. Bölgeye yaklaşık 200 konut ve bir ilkokul yaptırılmıştır. 1976-1977 kışında yoğun kar ve yağmur yağışı ilk kez problemlerin varlığını ortaya koymuştur. Bölgede yaşayanlarda düşükler ortalamanın üzerinde görülmeye başlamış, kan ve karaciğer hastalıkları, kusurlu doğumlar ve kromozom bozuklukları ortaya çıkmıştır." Kimya Mühendisleri Odası Başkanı Hasan Küçük, Tuzla'da ortaya çıkarılan tehlikeli atık varilleriyle ilgili olarak, "Yetkililerin, tehlikeli atık madde konusunda verdiği rakamlar arasındaki farklılık, tesislerin gerektiği gibi denetlenmediğini ve tehlikeli atık envanterine sahip olunmadığını gösterdi" dedi. Hasan Küçük, oda genel merkezinde düzenlediği basın toplantısında, tehlikeli atıklarla ilgili bugün gelinen noktada sorunun yalnızca Çevre ve Orman Bakanlığı'nın çözebileceği boyutu aştığını ifade etti. Küçük, konuyla ilgili olarak Çevre Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası ve Türk Tabipleri Birliği'nce bir komisyon kurulduğunu, komisyonun çalışmalarını tamamlamasının ardından hazırlayacağı raporu kamuoyuna duyuracağını söyledi. İnşaat Mühendisleri Odası'ndan yapılan yazılı açıklamada ise atık sorununun, temiz üretim ve atıkları ekonomiye kazandıracak bir sistemle çözülebileceği bildirildi.

src=/resim/b1.gif width=5>
Başa dön


Hormonlu domates gibi bebeler... Göksel N. Demirer* Türkiye'nin nükleer 'serüveni' İspanyollara yaptırılan ilk fizibilite çalışması ile 1968 yılında başladı. Nükleer enerji 70, 80 ve 90'lı yıllarda dönemin hükümetleri tarafından ülke gündemine getirilip, yoğun tartışmalara neden oldu. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler'in Şubat 2006'da ABD gezisi dönüşü yaptığı ve Türkiye'de 2014 yılına kadar 3 adet 5 bin megavatlık nükleer enerji tesisi kurulmasının planlandığı yönündeki açıklaması ile konu kamuoyu gündemine bir kez daha taşındı . Özellikle son 20 yılda nükleer enerji taraf ve karşıtlarının savları pek çok basın yayın kuruluşu, kitap, etkinlik, vb. aracılığıyla gündeme getirilmiş ve gelinen aşamada konu üzerinde bir bilgi 'kirliliği' oluşmuştur. Ülkemizde benzeri diğer toplumsal, siyasi, ekonomik, vb. süreçlerde de görmekte olduğumuz gibi kimi sayı, istatistik, vb.'nin, sahip olunan argümanları desteklemek adına çarpıtılarak kullanılması nesnel/bilimsel bilgiye ulaşmanın önünde çok önemli bir engel oluşturmaktadır. Demokrasi geleneği yerleşik olan toplumlarda siyasi iktidarı elinde bulunduran hükümetler planladıkları icraatlarını nesnel/bilimsel bilgiye dayandırır ve kamu yararı ekseninde ele alırlar. Böylesi bir ele alış ise kamuoyunun hassasiyetlerini göz ardı edemez. 'Ben yaptım oldu'cu bir yaklaşım sergilenemez. Bu çerçevede kamuoyunun nükleer enerji konusundaki hassasiyetleri, bu projeyi yeniden gündeme getiren AKP iktidarının ilgili kurumları tarafından nesnel/bilimsel bilgiye dayanan rasyonel bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Ancak bu tek taraflı bir bildirim niteliğinde değil, ilgili kişi, kurum, kuruluş, vb.'nin karar alma süreçlerine katılımları temelinde gerçekleşmelidir. Karar alma süreçlerinden bağımsızlaştırılmış bir etkileşim bir "yasak savma"dan öteye gitmeyecektir.

Demokrasi kültürüne aykırı "Hangi toplumsal duyarlılık? Onlar bir avuç marjinal!" diyenler olacaktır. Acaba gerçekten öyle mi? Örneğin nükleer santraller yapımı için adı geçen Beypazarı, Sinop, Muğla, Konya ve Akkuyu'dan yükselen 'nükleer santral değil, rüzgar çiftlikleri istiyoruz' çığlıkları göz ardı edilebilir mi? Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), Jeoloji Mühendisleri Odası (JMO), Metalurji Mühendisleri Odası (Metalurji MO), İnşaat Mühendisleri Odası (İMO), Kimya Mühendisleri Odası (KMO), Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası (HKMO), Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Enerji Sanayi ve Maden Kamu Emekçileri Sendikası (ESM), Yol Yapı Altyapı Bayındırlık ve Tapu Kadastro Kamu Emekçileri Sendikası (Yapı-Yol Sen), Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), Türkiye Ticaret, Kooperatif, Eğitim, Büro ve Güzel Sanatlar İşçileri Sendikası (Tez Koop-İş), Türkiye Yazarlar Sendikası İzmir Temsilciliği, Türk Tabipleri Birliği (TTB), Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Merkezi (ÇYDD), Mülkiyeliler Birliği, Tüketici Hakları Derneği (THD), Tüketici Dernekleri Federasyonu (TÜDEF), Tunceli Dernekleri Federasyonu, ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği, Türk Mühendisler Birliği Derneği (TMBD), Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre için Sağlıkçılar Derneği (NÜSED), Greenpeace Akdeniz, Avrupa Yenilenebilir Enerji Birliği Türkiye Bölümü (EUROSOLAR Türkiye), Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri (DAÇE) Ortak Sekreterliği, Marmara Çevre Platformu (MARÇEP), Batı Akdeniz Çevre Platformu (BAÇEP), Doğu Karadeniz Çevre Platformu (DOKÇEP), Batı Karadeniz Çevre Platformu (BAKÇEP), Yeşiller, Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı (ÇEKÜL), Ankara Cumhuriyet Okurları (Ankara CUMOK), Anadolu Güneşi Kooperatifi, Çevre İçin Hekimler Derneği, Ekoloji Kolektifi, Ekolojik Yaşam Derneği (EKODER) ve ismini sayamadığımız daha nice demokratik kitle örgütü, sendika, meslek örgütü vb. oluşum ile pek çok uzman ve bilim insanından oluşan Nükleer Karşıtı Platfomun (NKP) çağrılarına tepkisiz kalmak, aynı zamanda demokrasi kültüründe çok önemli bir yer tutan örgütlü toplumun kendi geleceği hakkında karar ve inisiyatif sahibi olma çabasına tepkisiz kalmak olmayacak mıdır? Tam bu noktada bir not düşmek de gerekiyor. Nükleer santral yapımı sürecinde nükleer lobi ile herhangi bir akçalı ilişki (danışmanlık, müşavirlik, vd.) içinde olan kurum, firma ve akademisyenin konu üzerindeki görüşleri evrensel bir etik kural olan 'çıkar çatışması' (conflict of interest) çerçevesinde değerlendirilmelidir. Ayrıca nükleer enerji yandaşlığını etnik köken ya da dini gerekçelere dayandıran irrasyonel yaklaşımlara da prim verilmemelidir. Devam edelim. Türkiye'de enerji açığı değil fazlası olduğu, promosyon mahiyetinde olan bir iki tane hariç son 30 yılda ABD ve Batı ülkelerinde hiçbir nükleer santralin yapılmamış olması, yapımına başlanan 100'ü aşkın santralin yapımından vazgeçilmiş olması; nükleer enerji maliyetinin öngörülenden çok daha yüksek olacağı, bir nükleer santralin söküm bedelinin 1 milyar doları bulabildiği, kamuoyunda yaygın olarak bilinen Windscale (1957, İngiltere), Three Mile Island (1979, ABD) ve Çernobil (1986, SSCB) kazalarının yanı sıra dünyada bir felakate yol açabilecek yüzlerce nükleer kazanın gerçekleşmiş olduğu, nükleer santrallerin civarında yaşayanlarda görülen kanser vakalarında yüzde 400'lük artış, genetik mutasyonlar sonucu normal olmayan doğumlar ve yaygın lösemi hastalıklarının gözlemlendiği; Türkiye'nin uranyum rezervleri bazında öne sürülenin aksine nükleer teknolojinin enerji üretiminde dışa bağımlılığı ortadan kaldırmayacağı vd. pek çok olgu, soru, kaygı ve yorumlar nükleer enerji yeniden ülke gündemine getirilmeden AKP iktidarının ilgili kurumları tarafından nesnel/bilimsel bir yaklaşımla değerlendirilmiş ve yanıtlanmış mıdır? Evet ise nerede ve hangi kanalla kamuoyuna duyurulmuştur? Hayır ise böylesi bir değerlendirme yapmaksızın insamızı, ülkemizi ve bölgemizi kuşaklar boyu olumsuz etkileme potansiyeli yüksek bir kararın alınmasını bu kararı alanlar nasıl açıklamaktadır?

Evsel atıklar bile sorunken! Bırakın çok büyük bir sorun oluşturan nükleer atıkları, evsel atıksu (kanalizasyon) ve evsel katı atıklarının (çöp) çağdaş normlara göre yönetilemediği Türkiye'de nükleer atıkların nasıl yönetileceği ayrı bir sorudur. Bu soru yanıtlanırken 8 Ocak 1999 günü İkitelli'de radyoaktif hastane atıklarının 'yönetilememesi' nedeniyle meydana gelen ve son 8 yılda dünyada yaşanan en büyük 20 nükleer kazadan biri olarak Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nca tescil edilen 12 radyoaktif kaza unutulmamalıdır. Üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da son dönemde nükleer santrallerin enerji üretimi kaynaklı sera gazı emisyonlarının azaltılabilmesi için için yegane çözüm olduğu konusundaki savlardır. Örneğin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkan Danışmanı Gül Göktepe "küresel ısınmayı ancak nükleer santrallarin engelleyeceğini" ve dünyada "Nükleer Rönesans" dönemi yaşandığını düşünüyor. Çevreye duyarlı kesimlerin küresel ısınma/iklim değişikliğine ilişkin duyarlılıklarına hitap eden bu sav enerji üretiminde nükleer santraller ve fosil yakıtlar dışında yine Gül Göktepe'nin vurgusuyla 'büyük miktarda elektrik üreten' başka bir seçeneğe sahip olunmadığı kurgusuna dayanıyor. Oysa karşı karşıya olduğumuz seçenekler nükleer enerji ve fosil yakıtlar ile sınırlı değildir. Tüm dünyada yoğun araştırma-geliştirme faaliyetlerine konu olan yenilenebilir enerji kaynakları ülkemiz içinde çok önemli bir potansiyele karşılık gelmekle kalmayıp, hem sera gazı emisyonları hem de diğer çevresel etkiler/riskler bazında en temiz ve sürdürülebilir enerji kaynaklarını oluşturmaktadır.

Şebeke kayıpları Gül Göktepe'nin kast ettiği 'büyüklük', Bakan Hilmi Güler'in açıklamasında vurguladığı ve Türkiye'nin 2020'deki enerji ihtiyacının -sadece- yüzde 5'ine karşılık gelen 3 adet 5 bin megavatlık tesis midir bilemiyorum. Ancak pek çok ülkede şebeke kayıpları yüzde 8-10 arasında değişirken, Türkiye'de ortalama şebeke kayıplarının yüzde 18 olduğunu ve bunun planlanan nükleer santrallerin üreteceği enerjiden çok daha fazla olduğunu biliyorum. Ayrıca Türkiye'nin önünde enerji verimliliği konusunda da kat etmesi gereken önemli bir yol olduğu ve bu alanda gerçekleştirilecek iyileştirmelerin çok önemli bir enerji tasarrufuna denk düşeceği de düşünüldüğünde, sürüklenmekte olduğumuz bu nükleer 'maceranın' aslında enerjiden öte gerekçelerinin mi olduğu konusunda meraklanıyorum. Bu ülkenin geleceğine sahip çıkma kararlığında olan tüm "marjinalleri" adına "SONSÖZ"ü sevgili Can Yücel'e bırakıyorum: "Hormonlu domates gibi bebeler istemiyor bu millet".

* Prof. Dr./ODTÜ Öğretim Üyesi