12 Nisan 2006 22:00

'Kırk Hüzünlü Veda'dan akan öyküler...

Dört duvar arasında günceler yoğuran Mehmet Taşdemir 'Ömrün kayıp yılları' olarak nitelediği cezaevi yıllarında dışarıda akan yaşama öyküler adamış bir yankı. Öldükten 2 yıl sonra ölümünü öğrendiği annesine 'Kırk Hüzünlü Veda' eden yazar, altmış mevsim geçirdiği cezaevinde mutsuzluğu yazarak aştığını söylüyor.

19 yaşında cezaevi... Yazıyla tanışmanız bu süreçte mi oldu? Okuma yazmayla ilgili merakım cezaevinde başlamadı. Küçükken de yazardım, okurdum. Babamın okuduğu eski kitaplar vardı, onlar beni de çekerdi, hikayeler, destanlar. Cezaevi başlı başına bir dünya. Girdikten sonra çok yoğun bir okuma durumum oldu. Romanlardan, öykülerden başladım. O dönem daha çok Sovyet roman klasiklerini, Fransız, İngiliz edebiyatını takip ettim. Ama ağırlıklı olarak Sovyet edebiyatı üzerinde oldu. Yazma serüvenim buradan doğdu. Cezaevinde geçen 4-5 yıldan sonra ben de yazabilirim diye bir düşünce gelişti. Sonra çeşitli roman denemelerim oldu. Ama yazdıklarımı çok beğenmiyordum açıkçası. Deneme mahiyetinde olduğunun farkındaydım. Ama zamanla yazmak bir tutku halini aldı. 1995'lerden itibaren kısa öyküler yazmaya, günce tutmaya başladım. Yine roman denemelerim de sürdü. İlk kitabınız bir öykü kitabı... Roman denemelerinize ne oldu? 3 tane roman denemem oldu, onları daha sonra yırtıp attım. Şu an bitirmek üzere olduğum bir roman var. Öykü baştan beri önemliydi benim için. Öykü cezaevinde hiçlik duygusundan doğdu diyebilirim. Yazdıklarımın bir işe yaramayacağını bile bile yazdım. Belki de çok karamsar duygulara karşı, kahredici bazı duygulara karşı öykü yazmayı bir kalkan olarak kullandım. Beni koruyacak bir kalkan olarak gördüm. İlk öykülerim aslında çok edebi çerçeve kazanmış öyküler değildi. İlk dönemler, siyasetin, genel siyasetin, siyasi bakış açısının yoğun izlerini taşıyordu. Daha iyi romanlar okumaya başlayınca bunu fark ettim. İdeoloji her şeye sızar, edebiyat yapacaksam, basit bir aracı olmamalıydı. Edebiyatın başlı başına bir disiplini var; bu disiplin yakaladığında basmakalıp fikirlerin tekrarına dönüşen sözcükler yerine daha samimi metinlerin ortaya çıkması kaçınılmaz oldu. Bu da zamanla ete kemiğe büründü. Ülkemizde tabi ki edebiyat, öykü geleneği vardır. Çok iyi yazarlar var, halktan alınan bir damar var. Bir yerden sonra sadece ülke edebiyatını okumak da genel edebiyatın kavranamayacağını anladım. Tüm bunlardan beslendiğimi düşünüyorum. Yazma serüveninde cezaevinin rolü... Cezaevi bambaşka bir yer. Cezaevinde çok olumsuz duygular insanı sarıyor. Bu tümden karamsarsınız diye değil ama tutsaklığın getirdiği bir melankoli, özlem var. Hayatın dışına atılmanın bir kederi var. Hayatın dışında tutulmaya karşı öfke var. Bir yerden sonra ise çaresizlik var, yapmak istediklerin var ama ulaşamadığında bu duygular ruhunuza yıkılıyor. Öykü bu yüzden bir nevi bu duygulardan kurtulmanın, bu duyguyu hafifletmenin, oradaki ağır yaşam koşullarını çekilebilir hale getirmenin bir aracı oldu. Bir şeyler yazmadığım gün, kendimi çok mutsuz hissediyordum. Her gün bir şeyler yazardım, kısa bir öykü de birkaç cümle de, yarım sayfa günce de olabilirdi. Bu mutsuzluğu öyküyle, yazmakla aştım diyebilirim. Özgün bir dil yaratmak için nasıl bir yöntem izlediniz? Baştan beri farkında olduğum bir şeydi. Bir şeyleri taklit etmemeliyim diye bir düşünce vardı. Doğrudur, birlikte kaldığım çoğu arkadaş yazıyordu, öykü yazıyorlardı, şiir, hatta roman yazanlar vardı. Hiç alakası olmayan insanlar bile bir süre sonra cezaevinde yazabilir. Ben en azından bunu fark ettiğimi düşünüyorum. Daha özgün şeyler yazmalıyım diyordum. Cezaevi öyküleri de olmalıydı ama tümüyle cezaevine ait öyküler de olmamalıydı. Hem kalemi, hem hayal dünyasını zorlamak gerekir. Yazmak, bulunduğun mekanda soyutlanmak aslında. Dışarıdaki bir hayatı, bir kesiti, olayı yazmaya başladığınızda mekanı aşmış oluyorsunuz, mekan anlamını yitiriyor. Tutsaklıktan kurtulmanın en iyi yolu bu. Ben yazarken cezaevinde olduğumu hissetmiyordum. Cezaevinin dışındaki yaşamı anlattığımda oradan çıkıyordum. Bu güzel bir duyguydu. İçerideki arkadaşlar okuyacak mı okumayacak mı bilmiyorum ama tümüyle yazma işiyle uğraşan, bu serüvene dalan herkes cezaevini de yazsınlar elbette ama bence ellerinden geldikçe dışarıyı yazsınlar, bu onların omuzlarındaki yükü biraz hafifletecektir. Daha katlanılır kılar, daha mutlu kılar. 19 Aralık Operasyonu'nu anlatan bir öykü var "Kedere Üç Kurşun" diye. O öyküyü ağlayarak yazdım. Kendime engel olmadığım çok yoğun bir duygusallıkla yazdım. Tabi ki onlar da yazılmalı, onlardan kaçalım anlamında söylemiyorum ama edebiyat kendini cezaevine hapsetmemeli. Başka hayatlara açılmalı, başka hayatları da anlatmalı. Öykülerinizde daha çok çocuk ya da orta yaş üzeri karakterler var. Çocuk belleğine yaslanmanızın özel bir nedeni var mı? Çocukluğa özlem olabilir. Çocukken kendimi mutlu hissederdim. Güzel bir çocukluk geçirdim. Çok farkında değilim ama çocuk belleğiyle yazmak daha samimi, beylik laflardan klişelerden kurtarıyor. Daha sade yazabiliyorsunuz, daha içten yazabiliyorsunuz. Nora öyküsü örneğin. Orada anlatılan kadın benim çocukluğuma denk düşen, gerçek bir karakter. Gençleri yazmamanızı etkileyenler... Gençlik, belki de kayıp bir zaman olduğu için. Aslında şöyle tarif edebiliriz; Dostoyevski "Yeraltı Notları"nda diyor ki bir insan hangi yaşta cezaevine girmişse kendini hep o yaşta hisseder. Ben 15 yaşında girmişsem, yıllar geçse de hep o yaşta hissediyorsun. Yaşlanmamış, yaşanmamış bir hayat var. Ertelenmiş bir hayatı yaşamamanın getirdiği bir sonuç diyebiliriz. Onu yazmak pek cazip gelmiyor işin aslı. Öyle hissediyorum. Geriye çocukluk kalıyor. Öykünün, yazmanın bir anlamı, sermayesi oluyor çocukluk. Çocukluk da olsa dolu dolu yaşanan bir hayat var. Sanırım 5 aydır dışarıdasınız. Yazabiliyor musunuz? Dışarısı nasıl etkiledi sizi? Çıktıktan sonra da yazmaya devam ettim. Henüz 5 ay oldu. İçeride daha çok yoğunlaşabiliyorsun. Dışarıda daha zor tabi ama hiçbir şey özgürlükten daha güzel değil. İnsanların davranışlarını, ilişkilerini gördükçe içerideyken bu yüzden mi dışarıya özlem çektim diyorsunuz. 15 yıldır dışarıdan kopmuşsunuz, bir kesinti var yaşamınızda. İnsanlardan daha iyi şeyler bekliyorsunuz. Maddiyatçı bir yaşam tarzı var. İnsanların davranışları beni çok şaşırttı. Modern hayatın araçlarını yazdıklarıma koymamaya çalışıyordum, televizyonu bile hiçbir öyküme koymazdım oysaki her evde olduğu gibi koğuşta da vardı. Bundan kaçamazsınız, interneti, cep telefonunu kullanmak zorundasınız. Kitaba adını veren 'Kırk Hüzünlü Veda' öyküsü çarpıcı ve olabildiğince çıplak. Annenize de öyküyle gecikmiş bir veda bu... Annemle ilgili kafamda bir roman tasarısı vardı. Tohumu yıllar öncesinden düşmüştü. Onunla ilgili notlar da tutmaya başladım. Yaşamında benim olmadığım kesimleri dinlemek istiyordum. Roman tasarı olarak kaldı, cesaret edemedim. Daha sonra anneme dair bir şeyler yazmanın sıkıntısı ve ihtiyacı vardı. Ben içerideyken annem öldü ve öldüğünü iki yıl sonra söylediler. İçimde hep çok büyük bir ağırlık olarak kaldı. Romana da başlayamayınca 'Kırk Hüzünlü Veda'ya başladım. Ve kırk günde yazdım. Aslında kırk mevsimin öyküsüydü, çünkü 10 yıl ortalama kırk mevsim eder.

Evrensel'i Takip Et