16 Şubat 2006 23:00

Devletler uluslararası platformda
   eşit mi?



Devletler de birbiriyle rekabet halinde dedik, peki tüm devletler eşit koşullarda rekabet edebiliyor mu? İhsan Çaralan: Amerika'nın devleti ile Türkiye'nin devleti sermaye ile ilişkileri bakımından aynı politikaları izleyebilir mi? ABD Irak'ta önce Amerikan firmalarına sonra yardım edenlerine pay vereceğim, diyor, Türkiye'nin başbakanı ben bunları satarak ne kadar sermaye çağırabilirsem o kadar başarılı olurum, diyor. Devletler deyince sermaye karşısında aynı pozisyonu alabilirmiş ya da kendilerinin dedikleri sermayeyi aynı şekilde koruyorlar mı tartışması gündeme gelebilir. Türkiye ile ABD'nin Avrupa'nın Kongo'nun büyük firmaları uluslararası alanda eşit koşullarda yarışmak istiyorlar da arkasındaki güçler açısından baktığımızda devletleri aynı gücü sağlayabilir mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek zor. Çünkü ancak sadece mali bakımdan değil askeri, diplomatik bakımdan da güçlü devletler kendi tekellerin çıkarlarını gerçekleşmesinde etkin rol oynayabiliyorlar. Türkiye gibiler ise; kendilerini büyük devletlerden birisinin ya da bir grubun stratejisine bağlayarak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Bunu başaramadıklarında ise, IMF vesayeti ya da "özel anlaşmalarla" birer "vasal" durumuna düşüyorlar. Bu nasıl değerlendirmeli? ABD'de yoğunlaşan bir sermaye olduğu gerek dolar gerekse sermaye transferiyle ABD'nin dünyanın bir çok ülkesinden kazançlı çıktığı ortada... Fuat Ercan: Nedense şöyle bir mantık yürütülüyor; metropol ülke sermayeleri denetledikleri kendi devletleri ile bizim üzerimizde denetim kuruyorlar ve bizim kaynaklarımız oraya akıyor. Marksist analiz açısından bu tarz analizlerde oldukça önemli sorunlar var. Bir ülkeden diğerine kaynak aktarma kapitalizmin bölüşüm politikaları ile ilgili ama bölüşmek için öncelikle kaynak yaratılması gerekir. Kapitalist toplumda kaynak yaratımının temelinde sömürü yatmakta. Sömürünün kaynağı üretim sürecinde yaratılan değerdir ve bu değerin oluşması için sermaye ve işçiler olması gerekiyor. Sömürü ve bölüşümden hareketle devleti tanımlamıyorsak, tam tersine sömürü ve bölüşümü sınıfsal olarak sermaye-emek arası ilişki ve dahası sermayeler arası ilişki olarak tanımlıyorsak, devletler arasındaki sömürü ifadesini dikkatli kullanmamız gerekiyor. Çünkü bu tarz analizler sonuçta gelişmiş kapitalist ülkeler ya da kuzey güneyi sömürüyor gibi kaba bir genellemeye varmamıza neden olur. Bu tarz genellemeler sonuçta bizim gibi ülkelerde sermaye birikim yaratma ve denetleme ilişkilerini gözden tutmamıza neden oluyor. ABD'de yoğunlaşan bir sermaye olduğu için dünyanın bir çok ülkesinden kazançlı çıktığı ifadesine gelince evet bu doğru, ama dikkatinizi iki noktaya çekmek istiyorum. İlki ABD devleti bu işleyişten kârlı çıkıyorsa, buna karşı biz de politik olarak bizim devletimizin mi daha güçlenmesini isteyeceğiz. Tabiki hayır. O zaman tartışmanın sağlıklı olması için her şeyden önce bu ülkede/lerde sınıf gerçeğini işaret etmek gerekiyor. Kapitalizmin bugün bütün yapısal özelliklerinin açığa çıktığı bizim gibi ülkelerde bir diğer nokta mücadelenin anti-kapitalist bir çerçevede gerçekleşmesi gerekiyor. Türkiye'de sömürülen, baskı altında tutulan kesimlerin kendilerini koruma ve alternatif bir dünya yaratmaya yönelik çabalarında en önemli engel Türkiye iç burjuvazisidir. Türkiye'den ABD'ye kaynak aktarılıyor, demek anlamlı, ama gerek gerçeklik gerekse politik olarak bu tarz analizler 'atı arabanın arkasına koyma' anlamına geliyor. Sonuç olarak Türkiye'de Marksist bir politik dilin ısrarla göstereceği analiz edeceği şey Türkiye'de sömürü ve eşitsizliklerin kaynağı olan sermaye birikim süreci ve sürecin aktörleri olan iç burjuvazi olması gerekiyor. Dikkat çekmeye çalıştığınız nokta Türkiye'deki sermaye gruplarının değerlendirmelerde gözden kaçırılmaması... Fuat Ercan: Türkiye'de çıkarılan yasaları düşünün, bu yasaların IMF tarafından verildiğini kabul olarak koyalım. IMF, Dünya Bankası'nın taleplerinin mutlaka bir zamanda TÜSİAD'dan rapor olarak çıkmış olduğunu görürüz. DB, IMF raporlarının hazırlanmasında öncelikle iç burjuvaların örgütleri ve bunlardan sipariş üzerine proje alan teknik-uzman-akademisyenler, sistem için uzun erimli nelere ihtiyaç duyulduğunu işaret ediyorlar, sonra hazırlanan raporu IMF, DB ve OECD, AB gibi ulus-üstü organizasyonlar gözden geçirerek yeniden yazıyor. Uluslararasılaşmış iç burjuvaların talepleri ile IMF, DB, DTÖ gibi örgütlerin reformları kesişir nitelikte. Açın bakın eğitimde, sağlıkta, sosyal güvenlik sisteminde, tarımda vs. Sormamız gereken temel soru Türkiye'deki İş Yasası'nın IMF-DB için mi çıkartılmış olduğudur, tabi ki bizim sermaye gruplarının istek-zorlamaları ile çıkartıldı. Eğer tüm kaynaklar dışarıya aktarılıyorsa, sermaye grupları niye bu kadar can hıraş bu yasaları çıkartmak istiyorlar? Son dönem Türkiye'de iki döneme ayırıp özelleştirme eğilimlerine bakalım. 1986 sonrası özelleştirmelerin büyük kısmı yerel sermaye tarafından alındı. Günümüzde ölçek büyüdü, sermaye gerektiren özelleştirmeler yapıldı. Bunlara Lübnan, Rusya ve bağımlılık okulunun az gelişmiş diye ifade ettiği ülkeler katıldı. Türkiye'de özellikle sol analizler hâlâ 1960'ların bağımlılık okulunun kavramları üzerinden yapılıyor. Monthly Review okulunun sol Keynesyan analizleri ile devlet merkezli ulusalcı dilin kesiştiği bir dil ile karşı karşıyayız. Türkiye'den uluslararası bir yere kaynak aktarılıyorsa, yukarıda işaret ettiğimiz gibi mutlaka o değerin öncelikle Türkiye'de yaratılması gerekiyor. Değer yaratılmazsa o kaynak aktarılmaz. O zaman hem o değerin yaratıldığı yere bakacağız hem de aktarma mekanizmasına bakacağız. İhsan Çaralan: Tabi ki esas yaratılan kaynağa bakmamız gerekir. Türkiye'den bir kaynak aktarılıyorsa Türkiye'deki üretim sürecinde sermayenin konumu önemli. Ama sonuçta Türkiye'deki sistemi de ayakta tutan uluslararası bir sistem var. Yani büyük sermaye güçleri ve emperyalizm diye ifade ettiğimiz ilişkiler ve ABD gibi ülkeler var. Bu kapitalistler arası çelişkilerden dolayı yeni kamplaşmalar oluşuyor dünyada ve birbirlerine karşı da büyük devletler mevzi tutuyorlar. Yeni güç odakları dünyayı yeniden paylaşmak üzere girişimler yapıyorlar. Irak'ın işgali, GOP girişimleri, Rusya'nın AB ile yakınlaşması, Fransa, Almanya'nın ABD'ye tutum alması, Şanghay 6'lısı,... gibi. Bütün bunları da işçilerin dikkatine sunmamız gerekir. Sendikayı tartışırken de, sınıfı eğitirken de dünyadaki tüm bu büyük gelişmeleri gösteremezsek kapitalizmi sadece Türkiye'deki büyük sermaye ve onların ilişkileri üzerinden bakarsak mücadeleyi doğru ifade edemeyiz. Sistemi ayakta tutan asıl şey; en gelişmiş ülkelerdeki olup bitenlerdir. Türkiye'dekiler de ona bağlanarak ayakta kalabiliyor. Mehmet Türkay: Gelinen aşamaya baktığımızda birikim eşitsiz ve çelişik mantığıyla devam ediyor. Türkiye'de yaşanan dönüşümler kapitalist birikimin mantığına uygun seyir izliyor. Ortada sapma ya da kapitalist mantık açısından ters giden bir şey yok. Bence sol açısından öncelikli sorun, mevcut neoliberal entelektüel hegemonyayla baş edebilmenin yollarını bulmak ve hayata geçirmeye çalışmaktır. Bunun koşulları ayrı bir tartışma konusu, ancak solun böyle bir noktanın çok uzağında olduğu da gerçek. Sermaye açısından bakıldığında, gerek dünya ölçeğinde, gerekse Türkiye özelinde "sorun" yaşanan vahşi rekabet. Ancak, burada da bir kırılmayla rakabetin, neoliberalizm çerçevesinde, bu sürecin en olması gereken ilişkisi olarak yansıtılması. Sermaye açısından rekabet, genel olarak söylendiği gibi tercih edilir bir şey değil. Sermaye, rekabeti zorunlu olduğu için yaşamak durumundadır. Rekabetle tekel ayrı, birbirini dışlayan süreçler değil birbirini tamamlayan süreçlerdir. Rekabet elenme sürecidir ve sonucunda tekelleşmeyi getirir. Dolayısıyla güç ilişkilerinin tanımladığı bir zorunluluktan bahsediyoruz. Bu anlamda vahşi rekabet sü

Evrensel'i Takip Et