9 Ağustos 2005 21:00

Taksim karlar altında

Artık pek televizyon izlemiyorum. Haberler olsun, söyleşi programları olsun ilgimi çekmiyor yıllardır. Ama arada sırada filmlere göz atıyorum. O filmler içinde de, şu insanı perişan eden sıcak havalar sürüp, giderken, konusu yaz mevsiminde geçen filmlere bakmıyorum. Karlı, tipili filmleri daha bir zevkle izliyorum. Düşünün, cayır cayır yanıyorsunuz ve televizyonda, sizin yanışınızı gözlerinizde de, beyninizde de körükleyen yaz filmleri. Ama onun yanında karlarla, buzlarla dolu sahnelerin yer aldığı filmler... Nasıl, içiniz bir hoş olmaz mı? Bir yandan yüzünüzdeki, kollarınızdaki terlerinizi silerken, öte yandan sinsi bir ferahlık duymaz mısınız? Kışın en soğuk günlerinde de televizyonda konusu yazın geçen bir filmi izlemek, içinizi aydınlatmaz mı? Bu yazıyı hazırlarken, 50 yıl öncesi, 20 yıl öncesi ve dün gece ile bugün gündüz yaşadıklarım geçti gözlerimin önünden... 50 yıl önce Adana'da, evinde teras olan herkes, terasında yatardı. Gündüzleri ise sokaklarda kimse olmazdı. Saat 18.00'den, 19.00'dan sonra insanlar çıkardı dışarıya. Ben yazın, eğer Adana'daysam, Namrun'a falan gitmemişsem, gündüz saatlerinde yatağa girer, yorganı üstüme çeker yatardım. Çünkü insan sıcaklığı 37 derece, doğanınki ise 45 dereceydi. 20 yıl önce, sabah 10.00'da Başmusahip Sokak'taki büroma gelirdim. Gelir gelmez gömleğimi ve atletimi çıkarır, sıkar ve sonra kapının önüne bir iskemle koyup ona asardım. 5 dakikada kururdu... Dün gece ben de balkonda yattım. Çünkü arkamızdaki, önümüzdeki, sağımızdaki, solumuzdaki tüm evlerde, insanlar bir çarşaf asmışlar balkonlarına, orada yatıyorlardı. Biz de çarşafı astık ve yattık. Bir cennetmiş doğa, bir kez daha farkına vardım. Sırtüstü yattım, püfür püfür bir serinlik içinde, gökyüzündeki yıldızları saymaya başladım. Eşim kızdı bana, "deli misin sen" diyerek. Neyse, 30 tane yıldız saydım. 6-7 yıl önce iki arkadaşımla birlikte bir "antik kentler gezisi" yapmıştık. Priene, Miletos, Didim, Heraklia, Stratoniceae derken Gökova'da, Akyaka'da bir orman kampında, otlar üzerinde uyuduk. Tekniğin aydınlığı olmadığı için gökyüzündeki sayılamayacak kadar çok olan yıldızlar bizi aydınlatıyordu. Yanıbaşımızda gibiydiler. Bugüne gelirsek... Gazetemizin İzmir temsilcisi Emine Uyar, günlerdir kızı Elif'in geceleri uyuyamadığından şikayetçiydi. Dün, balkonlarına bir yatak koymuş, kızını yatırmış. "Sabaha kadar mışıl mışıl uyudu," dedi. Arkadan "Bergama Altın Madeni zararlısı" dediğim Özer Akdemir geldi. Sabahtı ve sırılsıklamdı... Ve bugün, su içmesini sevmeyen ben, sanırım altı bardak su içtim....

Ve Taksim'de kar "Nankördür insanoğlu," derler. Belki de doğru. Çünkü kışın yazı ararız, yazın da kışı... Bendeki "Karlı İstanbul fotoğrafları"na el attım, içim açılsın diye. Hem İstanbul özlemimi giderecektim, hem de beynimin içine işleyen sıcaklığın etkisinden kurtulacaktım... Karlar altındaki Bahçekapı'daki tramvay; Emirgân'daki yine karlar altındaki çay bahçesi; karların kapladığı Kuzguncuk yolu; diz boyu karla dolu olan Başmusahip Sokağı; bir bank üzerinde, lapa lapa kar yağarken öpüşen sevgililer; Yeşilköy'de karlarla dolu ağaçların arasından sızan sokak lâmbasının ışığı... Ve, 2004 Kasım'ında, karlar altındaki Taksim. Alanda kimse yok, anıtın yanında yiyecek arayan güvercinlerin dışında... Saat tam 14.00'te çektim bu fotoğrafı. Zaman makinem olsaydı, atlardım ona, hemen güvercinlerin yanına giderdim. Yanımda da bol miktarda buğdayla tabii. Hem onları doyururdum, hem karların üzerine yatardım... İçin için düşünüyorum, "Ben ağustosu atlatırsam, bana karada ölüm yok," diye...

Evrensel'i Takip Et