14 Mayıs 2005 21:00
DERİN DEVLET -3-
DERİN DEVLET -3- &url=https://www.evrensel.net/haber/161621/font-size-3-derin-devlet-3" target="_blank" rel="nofollow" title="X'te (Twitter) paylaş">
DERİN DEVLET -3-+https://www.evrensel.net/haber/161621/font-size-3-derin-devlet-3" target="_blank" rel="nofollow" title="Bluesky'da paylaş">
GÜNÜN YAZILARI
- Eski Cumhurbaşkanı Demirel, Yavuz Donat'a verdiği röportajında "Devlet zaaf gösterirse derin devlet devreye girer" dedi. Kenan Evren de, yine Donat'a yaptığı açıklamalarda aynı tanımı kullandı. Demirel ardından bir televizyon programında "Devletin askeridir, derin devlet" dedi. Evren, 12 Eylül'ün derin devletin işi olduğunu söyledi. Bu açıklamaları hukuk devletinin evrensel normları bakımından değerlendirir misiniz?
Av. Ergin Cinmen: Demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla işler. Çok açık ki eğer saydam bir yönetim olur ise devlet idaresi halkın gözü önünde faaliyet gösterirse demokrasi ancak böyle bir koşulda gelişebilir. Ama Türkiye'de özellikle hatta Türkiye tarihinin büyük bir bölümünde derin devlet dediğimiz kendisini halktan uzak gören, her türlü denetimden uzak yaşayan ve kendi kafalarındaki vatanseverlik duygularını tatmin açısından kendisi dışındaki herkesi düşman gören ve devletin içinde odaklanmış bazı güçlerin olduğu ortada. Fazla uzağa gitmeyelim. Kahramanmaraş katliamı, Sivas katliamı, 1 Mayıs katliamı arkasından sivil otoritenin hüküm sürdüğü dönemde özellikle 12 Mart, 12 Eylül dönemlerinde sivil yönetimlere rağmen yapılan uygulamalar. Bunlar sadece kendini devlet yerine koyan insanların değil, aynı zamanda ülkenin o günlerde, tarihin o anında içinde bulunduğu durumdan da yararlanmak isteyen insanlar. Özellikle 12 Eylül'ün oluş nedenlerinden bir tanesi olarak 24 Ocak kararlarında kendisini göstermiştir. Sendikaların demokratik kitle örgütlerinin bulunduğu bir düzende sermaye gereken kârı elde edemeyecekti. Bu nedenlede 24 Ocak kararları bunu ortaya koymuştu. Sendikaların kapısına kilit vurulmuştu, insanlar düşüncelerini söylemeyecekti bir şekilde. Yani demokrasinin kurum ve kurallarının yerleşik olduğu bir dönemde bu yapılar faaliyet gösteremeyecekti. İşte aslında biraz bu nedenle de 12 Eylül oldu. Kapalı rejimlerde derin devletin at sürdürdüğü yerlerde, demokrasinin yetişmesi düşünülemez. İkinci olarak aslında bu konu o kadar ayan beyan oldu ki, en sonunda yılların siyasetçisi Demirel gazetelerde ve televizyorlardaki konuşmasıyla "Derin devlet devletin bizatihi kendisidir" açıklaması yaptı. Demirel, "Sivil siyasetin olmadığı yerde derin devlet bu siyasetin yerini doldurur" diyordu. Demirel tabii ki devletin her kademesinde bulunduğu için bütün bu süreci en iyi bilen adamlardan bir tanesi. Şunu söylemek istiyordu bir şekilde "Türkiye'de demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla hiçbir zaman yaşama geçmemiştir." Yani aslında artık yoruma bile ihtiyacı olmayan açıklamalar bunlar. Demirel konuşmasaydı yine bunlar biliniyordu. Örneğin Susurluk kod adlı suç ilişkilerinden hemen sonra Başbakanlığın doğrudan görevlendirdiği müsteşar Kutlu Savaş'ın yapmış olduğu bir araştırma vardı. Susurluk'un köklerine inip bunun nedenlerini ortaya koyacaktı. Onun açıklamaları çok ilginçti. Devletin bu birimlerinin yani derin devlet dediğimiz birimlerin işledikleri suçları tek tek orada yazdı, ama ilginç bir şekilde şunu söyledi "Hukuk devletlerinde de bu olabilir." Tabii bu çok daha vahim bir olay. Devletin derin devletle ve derin devletin suç teşkil eden fiilleriyle igili olarak tespitti bu bir anlamda. Türkiye'de bu işlerin doğal olabileceğini söylüyordu. Böylesi vahim bir drumla karşı karşıyayız aslında.
- Bu açıklamalarla birlikte Türkiye'nin bir hukuk devleti olduğundan söz etmek mümkün mü?
Derin devletin bir anlamda meşrulaştırıldığı bir zamanların cumhurbaşkanının derin devlet açıklamalarının ardından Türkiye'nin hukuk devleti olduğundan söz etmek mümkün değildir. Hukuk devletlerinde bunlar olmaz. Yani hukuk devletinde hukuksuzluk olmaz. Devletin kendisi bizatihi hukukun çiğnendiği yer, hukuk devleti değildir. Dolayısıyla ilginç şeyler söyleniyor. Aslında bunlar bilinen şeyler, bu bilenen şeyler açık açık söyleniyor. Eskiden bunları söylemek solcuların, komünistlerin, yıkıcıların işi derlerdi. Değilmiş demek ki. Bunu devletin en tepelerindeki kişiler de söylemeye başladı.
- Demokratik bir hukuk devletinde, seçilmişlerden bağımsız olan odakların, asker, vali, kaymakam ve benzerlerinin "Yönetim işlemiyor, o zaman biz devleti işletelim" diyerek kendilerine vazife biçmeleri nasıl değerlendirilebilir?
-Demokrasinin gelişmediği yerlerde birileri yönetir. Eğer siviller yönetmiyorsa birileri yönetecektir.
O zaman kendilerini devlet yerine koyuyorlar. Hukukun üstünde işler yapıyorlar. İşte en son başımıza gelen olay. Orhan Pamuk'un bir kitabının Sütlüce Kaymakamı tarafından toplatılılıp bunların imhasının yapılması. Bir kaymakam bunu yapabileceğini düşünüyor. Bu olacak şey değil. Kitap toplatmanın prosedürü bellidir. Bir kitabın toplattırılması için öncelikle mahkeme kararının olması gerekir. Ancak o kaymakam kendini devlet yerine koyuyor ve o işi yapıyor. Bu tavır aklı başında olmayan bir insan tavrıdır. Hukuk devletlerinde derhal o kaymakam görevden alınır. Aslında o kişi kaymakamlık yapabilme yeteğine sahip değil. Kaymakam öncelikle bulunduğu yerdeki mahkemelere başvurmalıydı. Bunu yapmayan kaymakamın akli melekelerinde sorun vardır. Bu kişisel bir tutumdur. Sıkıyönetimin dışında böyle bir şey görülmedi. Önemli olan buna yaptırım uygulamayan ve gereken önlemi almayan İçişleri Bakanlığı'nın tavrıdır. Derhal o Kaymakam'ın kaymakamlık yapabilme yeteneklerine uygun olmadığını tespit etmek ve o kişiyi görevden almak lazımdır. Yapılması gereken şey budur. Önemli olan hâlâ bu kişinin disiplin cezası bile almadan yerinde durmasıdır.
- Türkiye'de son zamanlarda derin devlet tartışmalarının bir anda gündeme gelmesini ve linç girişimlerine denk düşmesini nasıl yorumlarsınız?
Türkiye'de Avrupa Birliği (AB) süreci önemli. Bu ülkede iki kesim var. Bir kesim Türkiye'nin AB'ye girerek ekonomisinin daha çok gelişeceğini düşünüyor. Bir bölüm ise demokrasisinin daha çok gelişeceğini düşünüyor. Bir bölüm ise Türkiye'nin AB'ye girmesi halinde onun ulusal yapısını değiştireceğini düşünüyor. Şu andaki asıl mücadele iki kesim arasında yaşanıyor. Örneğin Mersin'deki mitingde iki çocuğun bir bayrağa hakaret etmesi karşılığında devletin en tepeleri bütün o yöredeki halkı "sözde vatandaş" olarak tanımlaması ve arkasından bu linç girişiminin başlatılmasını bir sürecin devamı olarak görüyorum. Bunların Türkiye'ye hiçbir yararı yok. Bayrağa hakaret edilmesi ki bu son derece bireysel bir hareketttir. Bu bireysel hareket karşılığında bu kadar şoven millilyetçi anlayış ve tavırla Türkiye'nin dört bir tarafından insanların yürümesi, özellikle bunu bir yerden gelen işaretle yapması birçok insanı düşündürüyor. Toplumsal psikoloji önemlidir. Provakasyon ancak provakasyona uygun bir kitleye yapılır. Kitle buna bu kadar uygun olduğu için bu olay gündeme getirildi. Ancak bu olayın hemen arkasından aydın sanatçılar bir araya geldiler ve tüm bunlara bir yön vermeye çalıştılar. Bu linç girişimlerine, aşırı milliyetçi tavra karşı çıktılar. Bu işin olumlu yanıdır.
- Tüm açıklamalar ve tartışmalar ışığında savcıların yapması gereken nedir?
Savcılar hep devletin bir kademesinden bir işaret bekliyor. Yasal olarak buna gerek yok. Türkiye'de öncelikle zihinlerde devrime ihtiyaç var. Yargıçlar, savcılar, baroların da buna ihtiyacı vardır. Eğer kendilerini devletin değil de hukukun yargıcı ve savcısı olarak görürlerse o zaman işte bunlar olmaz. Derin devlet işlerini yapanların yakasına hukukun yapışması lazım. Ancak ne yazık ki uygulayıcılar kendilerini devletin yargıçları ve savcıları gibi görüyorlar. Yapanın yanına yaptıkları kâr kalıyor.
"Andıç" adı verilen karargâh arası yazışmalar vardı - Demirel açıklamalarında 28 Şubat sürecinde bazı gazetecilerin işlerinden kovulmalarını da "derin devlet"in bir yan icraatı olarak değerlendirdi. Bu durum şimdi bu gazetecilere "Dönemin Cumhurbaşkanı söyledi. Bizi derin devlet işimizden etmiş" diyerek suç duyurusunda bulunup, haklarını arama hakkını getirmez mi? -Haklarını aramak istemiyorlar gazeteciler ilginç bir şekilde. Bunlar herhangi bir gazete muhabiri değil. O dönemde hatırlayalım altında "Çevik-1" imzalı "Andıç" adı verilen karargâh arası yazışmalar vardı. Bunlar ortaya çıktı. O yazışmalara göre ki, bunların tarihleri numaraları hepsi var. Daha sonrada basında yayınlandı. Bu sırada PKK'nin üst düzey yöneticilerinden biri yakalanmıştı. O yazıda aynen şöyle deniyordu: "Bu ifadeleri o şekilde monte edin ki, isim isim şu şu gazetecilerin sanki PKK ile ilişkisi varmış gibi gösterin ve toplumda bunları yıpratın" Tabii ki hukuk devletlerinde savcıların hemen harekete geçmesi lazım. Geçmiyorsa o gazetecilerin harekete geçmesi lazım. En azından gereken yerlere tazminat davaları açılması gerekli. Bunların hiçbiri yapılmadı. Çok ilginçtir bu. O gazeteciler de haklarını kullanmadılar. Çünkü o sırada bir korku dünyasında yaşanıyordu. Bu anlamda Türkiye çok kendine benzer bir ülke. Olayın doğrudan mağdurları kendi haklarını aramıyorlar, çünkü "derin devlet"ten korktular. Bunu söyleyebilirim. Artık bunun altını okuyucu doldursun.
Susurluk'un baş mimarlarından biri hâlâ milletvekili - Derin devlet gerçeği ile Susurluk gerçeği arasındaki ilişki nasıl açıklanır? Ne Demirel ne de Kenan Evren 6'şar gün süren açıklamalarında bu anlamda bir şey söylemediler. -Susurluk kod adlı suç ilişkileri doğrudan devletin ilgili birimlerinin bilgisi dahilinde oldu. Sadece derin devletin bir bölümü öbür bölümünü yemek istedi. Susurluk olayı derin devletin iç hesaplaşmasıydı. Susurluk'un baş mimarı olan kişilerden biri hâlâ milletvekilliği yapıyor. Meclis'te bulunan hiçbir siyasi parti bu kişinin dokunulmazlığının kaldırılması için gereken prosedürü başlatmıyor. Artık bu yapılarda meşru görülmeye başlandı. Halkının iradesine saygı gösteren devletler böylesi bir durumda halkın nabzını elinde tutar. Halk Susurluk ile ilgili iradesini gösterdi. Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemleri yapıldı. Bu tip ilişkileri toplumun istemediği ortaya çıktı. İnsanlar günlerce ışıklarını yakıp söndürdüler. Sokaklarda "Temiz devlet temiz siyaset" sloganları atıldı. Buna rağmen hâlâ bunları yaşıyoruz.
YARIN:TİT'ten tehdit mektubu alan İHD yöneticileri
src=/resim/b1.gif width=5>
Başa dön


Fabrika ne olacak? Fadime Alkan SSK İlaç Fabrikası 2.5 aydır ne hammadde alabiliyor ne de ürettiği ilaçları satabiliyor. Yetkililer fabrikanın geleceğine dair herhangi bir açıklama yapmazken, işini ve işyerini kaybetme korkusu yaşayan çalışanlar arasındaki gergin bekleyiş sürüyor. SSK İlaç Fabrikası'nın ürettiği ilaçların tek alıcısı olan SSK eczaneleri 19 Şubat'ta kapatılınca fabrikanın ürettiği ilaçlar da elde kaldı. Konuya ilişkin soruları yanıtlayan SSK İlaç Fabrikası Müdür Vekili Metin Özatalay, fabrikanın elden çıkmasını arzu etmediklerini söyledi.
Kaynaklar azaldı İstanbul Petrol-İş Sendikası 1 No'lu Şube Denetleme Kurulu Üyesi ve fabrika çalışanı Turabi Çapar ise, ilaçların depolarda bekletildiğini belirterek, "Depolar ilaçlarla doldu" dedi. Hammadde kaynaklarının az kaldığını ve ömrü bir yıl olan ilaçların son kullanma tarihinin de sona ereceğini dile getiren Çapar, çalışanlar olarak fabrikanın kapanmamasını istediklerini söyledi. Bugüne kadar kendilerine net bir açıklama yapılmadığını kaydeden Çapar, "Ancak, hammadde alınmaması ve üretilen ilaçların da satılmaması fabrikanın kapatılacağını işaret ediyor" diye konuştu. Petrol-İş Sendikası Başkanı Mustafa Öztaşkın, piyasadaki dengeyi sağladığı için SSK İlaç Fabrikası'nın kesinlikle kapatılmaması gerektiğini vurgulayarak, "SSK'nın ürettiği ilaçlar eşdeğerlerine göre yüzde 159 daha ucuz. SSK'nın ürettiği ilaçların pazar payı binde bir gibi küçük bir rakam da olsa piyasadaki fiyatları düzenliyor" dedi.
"Andıç" adı verilen karargâh arası yazışmalar vardı - Demirel açıklamalarında 28 Şubat sürecinde bazı gazetecilerin işlerinden kovulmalarını da "derin devlet"in bir yan icraatı olarak değerlendirdi. Bu durum şimdi bu gazetecilere "Dönemin Cumhurbaşkanı söyledi. Bizi derin devlet işimizden etmiş" diyerek suç duyurusunda bulunup, haklarını arama hakkını getirmez mi? -Haklarını aramak istemiyorlar gazeteciler ilginç bir şekilde. Bunlar herhangi bir gazete muhabiri değil. O dönemde hatırlayalım altında "Çevik-1" imzalı "Andıç" adı verilen karargâh arası yazışmalar vardı. Bunlar ortaya çıktı. O yazışmalara göre ki, bunların tarihleri numaraları hepsi var. Daha sonrada basında yayınlandı. Bu sırada PKK'nin üst düzey yöneticilerinden biri yakalanmıştı. O yazıda aynen şöyle deniyordu: "Bu ifadeleri o şekilde monte edin ki, isim isim şu şu gazetecilerin sanki PKK ile ilişkisi varmış gibi gösterin ve toplumda bunları yıpratın" Tabii ki hukuk devletlerinde savcıların hemen harekete geçmesi lazım. Geçmiyorsa o gazetecilerin harekete geçmesi lazım. En azından gereken yerlere tazminat davaları açılması gerekli. Bunların hiçbiri yapılmadı. Çok ilginçtir bu. O gazeteciler de haklarını kullanmadılar. Çünkü o sırada bir korku dünyasında yaşanıyordu. Bu anlamda Türkiye çok kendine benzer bir ülke. Olayın doğrudan mağdurları kendi haklarını aramıyorlar, çünkü "derin devlet"ten korktular. Bunu söyleyebilirim. Artık bunun altını okuyucu doldursun.
Susurluk'un baş mimarlarından biri hâlâ milletvekili - Derin devlet gerçeği ile Susurluk gerçeği arasındaki ilişki nasıl açıklanır? Ne Demirel ne de Kenan Evren 6'şar gün süren açıklamalarında bu anlamda bir şey söylemediler. -Susurluk kod adlı suç ilişkileri doğrudan devletin ilgili birimlerinin bilgisi dahilinde oldu. Sadece derin devletin bir bölümü öbür bölümünü yemek istedi. Susurluk olayı derin devletin iç hesaplaşmasıydı. Susurluk'un baş mimarı olan kişilerden biri hâlâ milletvekilliği yapıyor. Meclis'te bulunan hiçbir siyasi parti bu kişinin dokunulmazlığının kaldırılması için gereken prosedürü başlatmıyor. Artık bu yapılarda meşru görülmeye başlandı. Halkının iradesine saygı gösteren devletler böylesi bir durumda halkın nabzını elinde tutar. Halk Susurluk ile ilgili iradesini gösterdi. Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemleri yapıldı. Bu tip ilişkileri toplumun istemediği ortaya çıktı. İnsanlar günlerce ışıklarını yakıp söndürdüler. Sokaklarda "Temiz devlet temiz siyaset" sloganları atıldı. Buna rağmen hâlâ bunları yaşıyoruz.
YARIN:TİT'ten tehdit mektubu alan İHD yöneticileri
src=/resim/b1.gif width=5>



Fabrika ne olacak? Fadime Alkan SSK İlaç Fabrikası 2.5 aydır ne hammadde alabiliyor ne de ürettiği ilaçları satabiliyor. Yetkililer fabrikanın geleceğine dair herhangi bir açıklama yapmazken, işini ve işyerini kaybetme korkusu yaşayan çalışanlar arasındaki gergin bekleyiş sürüyor. SSK İlaç Fabrikası'nın ürettiği ilaçların tek alıcısı olan SSK eczaneleri 19 Şubat'ta kapatılınca fabrikanın ürettiği ilaçlar da elde kaldı. Konuya ilişkin soruları yanıtlayan SSK İlaç Fabrikası Müdür Vekili Metin Özatalay, fabrikanın elden çıkmasını arzu etmediklerini söyledi.
Kaynaklar azaldı İstanbul Petrol-İş Sendikası 1 No'lu Şube Denetleme Kurulu Üyesi ve fabrika çalışanı Turabi Çapar ise, ilaçların depolarda bekletildiğini belirterek, "Depolar ilaçlarla doldu" dedi. Hammadde kaynaklarının az kaldığını ve ömrü bir yıl olan ilaçların son kullanma tarihinin de sona ereceğini dile getiren Çapar, çalışanlar olarak fabrikanın kapanmamasını istediklerini söyledi. Bugüne kadar kendilerine net bir açıklama yapılmadığını kaydeden Çapar, "Ancak, hammadde alınmaması ve üretilen ilaçların da satılmaması fabrikanın kapatılacağını işaret ediyor" diye konuştu. Petrol-İş Sendikası Başkanı Mustafa Öztaşkın, piyasadaki dengeyi sağladığı için SSK İlaç Fabrikası'nın kesinlikle kapatılmaması gerektiğini vurgulayarak, "SSK'nın ürettiği ilaçlar eşdeğerlerine göre yüzde 159 daha ucuz. SSK'nın ürettiği ilaçların pazar payı binde bir gibi küçük bir rakam da olsa piyasadaki fiyatları düzenliyor" dedi.
Evrensel'i Takip Et