25 Nisan 2005 21:00
Orada kimse yok mu?
Yazan: Civan Cinova Reji: Turgay Kantürk Dekor: Ethem Özbora Kostüm: Gülhan Kırçova Işık: Enver Başar Oyuncular: Özlem Güveli, Özden Çiftçi, Musa Uzunlar
"Dünyada sesimi duymak isteyen tek bir canlı dahi yok." Yok mu sahiden? Gümbür gümbür geldiği ve yeni bir çağ başlattığı söyleyenen "iletişim devrimi"nin bireyleri neden bu kadar kimsesiz? İnternetin, insanlığa sunduğu müthiş iletişim olanakları da yetmiyorsa eğer; ve hatta "insanların yalnız olmadığı geçmiş"e özlem alıp yürüdüyse, insanları "tek kişilik hücreleri"nden kim çekip çıkaracak? "asl?" (yaş, cinsiyet, yer) sorusu ile başlayan bol yalanlı, bol hayalli ve boş gündemli internet sohbetlerine boğulmuş hayatları anlatıyor Civan Cinova. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun internette tiyatro yayını gibi bir ilki de gerçekleştirdiği "Ful Yaprakları" adlı oyundan söz ediyoruz. Turgay Kantürk'ün yönettiği oyun, tanıtım broşürüne bakılırsa, "hiçliğin kıyısında dolananların var olma ve hayatlarını yeniden yazma çabaları"nı anlatıyor. Özlem Güveli, Özden Çiftçi ve Musa Uzunlar'ın rol aldığı oyun, büyükşehirin yoksulluktan değilse de, farklı olmaktan "itilmiş" bireylerinin kocaman yalnızlığının öyküsü... Yeniden yazmaya çalıştıkları hayatlar, ancak internetin sohbet odalarının sınırsız yalanlarında var edebiliyor kendini. Engelli bir genç kızın balerin olma hayali örneğin... Ya da akla hayale gelmedik korkular... İstediğin yaşta, istediğin meslekte, istediğin kimlikte olabilmenin o sarsıcı mutluluğu ve sanal gerçekliğin yalnız hücreleri...
Koparılıp atılan hayatlar "Ful Yaprakları" adını ful çiçeğinin solmaya yüz tutmuş cansız yapraklarından alıyor. Çiçekçi kadın, solmaya başlayan yaprakları koparıp atar; atar ki çiçek canlı görünsün. İşte o koparılıp atılmışların öyküsünü anlatma iddiasında Civan Cinova. Haliyle temel karakterler olarak ortaya; güneşe ve insan sesine hasret, engelli bir genç kadın ile; yarı meczup bir hayat süren, sistem ile uyumsuz bir adam çıkıyor. Bu iki ismin "Richard" ve "Madonna" takma adları ile yaptıkları internet sohbetlerinin çok uzağında; gerçek hayatın tam da ortasında bir fahişe üçlüyü tamamlıyor. Diğer iki karakterin de gerçek hayatla tek bağı bu fahişe... "Ful Yaprakları", yalnızlık ve iletişimsizlik sorununu ele alırken, sorunu aslolarak "bir benzerini arayan" toplumdışı karakterler seçmiş. Öyküyü buraya oturunca, iletişimsizlik de aykırı insanların "benzerini bulamama sorunu" na indirgenivermiş, ister istemez... "Ful Yaprakları", yalnızlık ve iletişimsiz üzerine yoğunlaşacak izlenimi verse de; "aykırı olma hali" asıl belirleyene dönüşmüş. Sıradan bireyin yaşadığı ve çoğu kez de ayırdına varamadığı yalnızlık meselesi çok daha gerilerde kalmış. Oysa, internetin cezbedici sahteliği salt aykırı ve farklı olanın sorunu olmasa gerek... Amiyane bir tabirle; asıl yalnızlar kalabalıklar içinde yalnız kalanlar değil midir?
Teknoloji ve tiyatro İstanbul Devlet Tiyatroları, "Ful Yaprakları" ile birlikte bir ilke de imza attı ve oyunu canlı olarak internete taşıdı. Oyunun teması da, kurgusu da böyle bir adıma fazlasıyla müsait. Oyunda, canlı elde edilen görüntülerin yansıdığı üç perde ve bu perdelere görüntü yansıtan kameralar, internette yayın işini de mümkün kılmış olsa gerek. Oyunun dekoru Ethem Özbora'ya, kostümleri Gülhan Kırçova'ya; ışığı Enver Başar'a ait. Kimi zaman kameralardan canlı alınan görüntülerin yansıtıldığı; kimi zaman da oyuna görsel destek veren görüntülerin yer aldığı perdeler oyuna belirli bir bütünlük içinde dahil olabilmiş. Teknolojik tasarımın başarılı olduğunu; görüntülerin tiyatronun içine "sırıtmadan" yedirildiğini; çoğu kez yaşandığının aksine, yama gibi durmadığını özellikle belirtmek lazım. İzleyicinin sahnede gördüğü hareketi, aynı anda sahnenin arkasındaki perdede farklı açıdan izlemesi farklı bir duygu yaratıyor. Tam da oyunun düğün noktasında, yazarı daktilo başında "her şeyi belirleyen suret" olarak yansıtmak ilginç olmuş.
Yabancılaşma Yeniden iletişimsizlik, yalnızlık ve benzerini bulamama sorunlarına dönersek; "Ful Yaprakları" ile anlattığı öykünün, son dönem edebiyatın da sıkça gündemi haline gelen "orta sınıf kentli bireyin bunalımı" üzerine yoğunlaştığını söylemek mümkün. "Tek kişilik hücrelerdeki hayatlar" ya da "hiçliğin kıyısında dolanmalar" ile özetlenen bunalımın sanatta gün geçtikçe kendine daha fazla yer bulduğunu söylemek de mümkün. Özellikle de İstanbul Devlet Tiyatrosu sahnelerinde... İDT'nin Oda Tiyatrosu'nda bu sezon sahnelenen diğer iki oyuna da bakmakta fayda var. Berkun Oya'nın yazıp tasarladığı, yönettiği "Yangın Duası" da, boşlukta kaybolmayı anlatan bir oyun. "Herhangi bir tanrıya sorgusuz sualsiz inanmayı ve kollarımı gökyüzüne kaldırıp, histerik tezahürlerle şükretmeyi hiç bu kadar arzulamamıştım" diyen oyun, "arada kalmış"ların, her gün aynı şeyleri yapmaktan bunalmışların öyküsünü anlatıyor. "Sersemler Evi" ise "Alt kat komşunuz intinar etse kaç gün sonra haberiniz olur?" sorusu ile biçimlenen bir yabancılaşma öyküsü anlatıyor ve "komşuya, insana, hatta giderek kendine yabancılaşma" sorununu ele alıyor. Tiyatronun "yalnızlık, iletişimsiz ve bunalım edebiyatı"na bu kadar yoğunlaşması iyi güzel de; insanın aklına ister istemez bu yılın 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü Bildirisi'nin başlığı geliyor: "Aziz Tiyatroseverler, kaç kişi kaldınız?" Tiyatro biraz da kendini mi anlatıyor dersiniz?
Evrensel'i Takip Et