21 Kasım 2004 22:00

Amaç ev edindirmek değil
   inşaat sektörünü canlandırmak

"Mortgage sistemi kentsel dönüşümün uygulamalarının yaratacağı yeni alanlara müşteri sağlamak için, ölü olan alım gücünün sonradan yine öldürülmek üzere yeniden diriltilmesidir. Başka hiç bir şey değil."

Paylaş
'Kentsel dönüşüm' adı altında mahalle yıkımlarının gündeme gelmesi ile birlikte, sene başında hazırlıkları duyurulan "İpotekli Konut Finansmanı Yasa Tasarısı' yeniden basında yer almaya başladı. Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tarafından hazırlanan ve 'Kira öder gibi ev sahibi olunacak', 'Gelire göre ödeme' gibi sloganlarla barınma sorununa çözüm sağlayacağı' itibarı uyandıran ve dünyada 'mortgage' olarak tanınan sistemi, Mimarlar Odası'ndan Mücella Yapıcı gazetemize değerlendirdi. 2005'te başlatılacak olan sistemin, asıl olarak inşaat ve gayrimenkul sektörünü canlandırmak için alım gücü yaratma sistemi olarak tanımlayan Yapıcı, kamusal sorumluluk olan barınma sorununun sermayeye alan açmak için kullanılmasını 'etik dışı' olarak yorumladı. SPK'nın çeşitli yayın organlarına yaptığı açıklamalara göre ev sahibi olmak istyeneler, evin değerinin yüzde 75'ni kredi olarak alabilecekler. Yüzde 25'i ise peşinat olarak kendileri yatıracak. Örneğin 50 milyarlık bir ev için 12.5 milyarınızın bulunması gerektiği anlamına geliyor. Bugün Türkiye'de kredi ile ev sahibi olma oranı ise yaklaşık yüzde 3 gibi düşük bir rakam.

Mortgage sistemi Türkiye için ne kadar yeni bir sistem? Esas olarak İpoteğe bağlı konut kredisi sistemi. 'Mort' denince de ölümcül bir şey içerdiği hissi uyandırıyor. Ama kim ölecek kim kalacak onu daha tam bilemiyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyada bir sosyalizm rüzgarı esiyordu ve yeni kurulan ulusal politikalar, kalkınmacı, toplumsal, planlı ekonomiyi seçen sistemlerdi. 1947'lerde işin rengi değişti. Marshall yardımı, Truman Doktrni dönemi... Karayolları politikasına dönüş oldu, sanayi belli kıyı bölgelerinde toplandı ve işçilerin barınma sorunu çözülmeyerek hazine araziler üstünde gecekondu yapımını hızlandıran bir süreç başladı. 54-55'lerde ülke tarihinde en yüksek büyüme oranı var. Temeline baktığımızda inşaata dayalı konut politikasını görüyoruz. Sanayileşmeyi montaj sanayine devredip, bütün yatırımları yollar, binalar yapmaya adıyorsunuz. Müthiş bir yıkım dönemi. 10 bin kişi açıkta kalmış İstanbul'da. Bununla birlikte Kooparatifçilik özendirilmiştir ancak dönüp baktığınızda gerçekten yoksulluk, barınma sorunu çözülmüş müdür; herkes konut sahibi olmuş mudur? Bunun cevabını 2004'ten verdiğimizde kocaman bir 'hayır' deriz. Sistem ancak aslında çok doğru bir çözüm olan kooparatiflerin yozlaştırılmasına ve bir takım inşaat şirketlerinin palazlanmasına yaradı. Bugüne geldiğimizde, 50 yıl önce yaşananların farklı bir evresini görüyoruz. Türkiye'de bugün yine korkunç bir imar faaliyeti var. Politikacılarımız, bir gece yattılar sabah aniden sağlıklı kentler rüyası ile kalktılar. 50 yıldır biz ter ter tepinirken, böyle bir kentleşme politikası olamaz diye çırpınırken, hepsi kulağının üzerine yatıyordu. Özellikle 2002'den beri bizim sermayenin aklına sağlıklı kent kavramı girdi.

Neden 2002 yılı? 2002 yılında bir Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı (GYO) kavramı ile karşılaştık. Daha önce de vardı tabii, ama 2002 yılında bu ortaklıklar Swissotel'de bir zirve yaptılar. Çok ciddi bir şekilde kentsel dönüşüm meseleleri konuşuldu. Ana argüman şuydu: Şu anda iflasın eşiğinde olan uluslararası bir gayrimenkul yatırım sektörü var. Üretimden kopuk, bütün kazançlarını bu kentsel yatrımlar üzerinden hesaplayan ve kendi ülkelerinde kenteleri yıkıp yeniden yapma imkanını fazla bulamayan bir sektör. Çünkü oralarda nüfus artışları bu kadar yok. Açıkta kalan ve giderek sermaye birikiminde zorlanmakta olan uluslararası gayrimenkul sektörü var. Bu sektörün problemleri, ancak bizim gibi üçüncü dünya ülkeleri; kentlerini habire yıkıp yapan ve bundan da ekonomik büyüme uman ülkeler üzerinden çözmek istiyorlar. Arjantin, Kolombiya, Brezilya, Venezuella ve hatta İspanya; Doğu bloku ülkeleri ve tabii ki bugün Irak... Hepsi bu sektörünün hizmetine sunulmuş durumda. İşte aniden ne olduysa oldu birden bire bizim siyasi otoritemizin de kafasına bir şey düştü. Kentsel dönüşüm diye yeni bir kavramla karşılaştık hep beraber.

Mortgage sistemi ile uzun vadeli kredilerle işçisinden memuruna herkesin ev sahibi olacağı iddia ediliyor. Bu mümkün değil mi? Diyor ki hükümetimiz, gecekondularda yaşayan insanlar sağlıksız koşullarda yaşıyorlar. 85 bin gecekondu yıkıp, 100 bin yeni konut yapacaklarmış. Bu konutları kim alacak? Öldürmeyecek kadar doyurmak; bir alım gücü sağlamak lazım ki alsın. İşte bu Mortgage'dir. Mortgage sistemi bence bu kentsel dönüşümün uygulamalarının yaratacağı yeni alanlara müşteri sağlamak için, ölü olan alım gücünün sonradan yine öldürülmek üzere yeniden diriltilmesidir. Başka hiç bir şey değil. GYO'ların yaptıkları işlere bakarsanız hep iş merkezleri, orman alanlarında yapılan lüks konutlar.. Henüz sosyal konut yapıp da buradan para kazanan yok. Bir ülkenin konut sorunun bir şirketin karlılığı gözetilerek çözülmesi mümkün değil. Yoksulların barınma sorunu üzerinden zenginlerin; gayri menkul şirketlerinin finans problemini çözmüş olursunuz ki bu ahlaksızca bir çözümdür. İnsanların barınma sorunları üzerinden uluslararası sermayenin sermaye birikimi problemlerini çözmesi, beni rencide ediyor. Barınma kamusal bir görevdir; toplumsal bir gerekliliktir. Kentlerin, sağlıklı kentler haline getirilmesi önümüzde uygarlık hizmeti olarak durmaktadır. Yıkımlarla en güzel semti elde edeceğiz söylemleri altındaki sermayenin çıkarlarını saklama söylemidir. Devlet, kamulaştırma mekanizmasını bir alanı küçük mülkiyetten alıp, büyük sermaye şirketlerine vermekte aracı olarak kullanıyor. 'Kalk sen git Çatalca'ya ben burayı dönüştüreceğim'. Dünyada yok böyle birşey. Ayrıca barınma sorununu sadece mülk konutları üzerinden çözmeye kalkmak ta gerekmiyor. Yoksul ve yoksunların devletten ucuz kiralık konut talebini de yükseltmesi gerekiyor.


Mücella Yapıcı KİMDİR? 1951 İstanbul doğumlu. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu. Yüksek mühendis mimar. TMMOB Mimarlar Odası Afet Komisyonu ve TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Kentleşme, Afet Komitesi ve Çevre Etki Değerlendirme Kurulu üyesi.


Mortgage kime ne vadediyor? Tasarının gerekçesinde, 'ülkede mevcut konut stokunun yarısından fazlasının ruhsatsız olduğu, iç göçler ile büyük şehirlerde kaçak yapılaşma ve plansız kentleşmenin de, önemli bir sorun haline vurgulanıyor. Konutların çoğunluğunun kaçak olmasının yanı sıra yaklaşık yüzde 40'ının tadilat ve tamire ihtiyaç duyduğu belirtilen gerekçede, deprem tehlikesinin getirdiği risklere de değiniliyor. Sistemin yürütülmesi için,
  • Konut alımı, konutların yenilenmesi ve geliştirilmesinde finansman imkanlarının artırılması ve vadelerin uzaması yoluyla bireylerin konut sahipliğinin desteklenmesi için, ''İpotekli Konut Finansmanı Anonim Ortaklığı'' kurulacak.
  • Ortaklık, ipotekli konut finansmanı sağlayan kuruluşlara kaynak temin edecek, alacakların devralınması ve devredilmesi, alacaklardan oluşan portföyün yönetilmesi, ipotek fonu kurulması, varlığa dayalı menkul kıymetler da dahil her türlü sermaye piyasası aracını ihraç, sistemden kaynaklanan borçların geri ödemelerinin kısmen ya da tamamen garanti edilmesi veya garanti edilmesine aracılık, risk yönetimi amaçlı işlemlerin yürütülmesi, standartlara uyum ve diğer konularda faaliyet gösterecek.
  • Bankalar ipotek karşılığı 15-20 yıl vadeli kredi verecek. Ödemelerin, aylık gelirin yüzde 20- 30'unu geçmeyeceği ileri sürülüyor.

    Vergiler
  • Bu kuruluşun ipotekli konut finansmanından kaynaklanan yükümlülüklerinin 350 trilyon liraya kadar olan kısmı Hazinenin geri ödeme garantisi altında bulunacak.
  • Söz konusu kuruluşun kazançları, kurumlar vergisinden istisna olacak, gelir vergisi tevkifatına da tabi tutulmayacak. Bu kuruluşun işlemleri de, damga vergisinden muaf olacak.
  • Konut sektörünün finansmanı ve alacakların menkul kıymetleştirilmesi için, İpotek Fonu oluşturulacak.
  • İpotekli konut finansmanından kaynaklanan alacakların takibinde, icranın geri bırakılması hakkındaki talebi reddeden icra mahkemesi kararını temyiz eden borçlu ya da 3. şahıs, takip konusu alacağın yüzde 40'ı oranında teminat yatırmadığı takdirde, satış durmayacak.
  • Konut finansmanı amaçlı kullanılan kaynakların, faiz ve kar payı ödemeleri, kişilerin gelir vergisi matrahından düşürülebilecek.
  • İpotekli konut finansmanı kuruluşu tarafından ihraç edilen menkul kıymetlerin elden çıkarılmasından doğan kazançlar hariç, menkul kıymetlerin elden çıkarılmasından sağlanan kazançlar (3 aylık süre için) vergilendirilmeyecek. Bakanlar Kurulu, bu süreyi 1 yıla kadar çıkarabilecek.

    src=/resim/b1.gif width=5>
    Başa dön


    politika ve dil -1-
       Milliyetçiliği dilden okumakHAZIRLAYAN: Sevda Karaca (ODTÜ Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi öğrencisi) Anadille eğitim ile ilgili tartışmaların Eğitim Sen'in kapatılma davasıyla daha da alevlendiği, Kürtçe üzerinden şekillenen anadilde eğitim tartışmaların boyutlarının ise giderek milliyetçi söylemlerle kısırlaştırıldığı, alanının daraltıldığı bu günlerde "dil sorununu" farklı açılardan ele alan, üzerinde düşünen ve tartışan kesimin varlığından söz etmek çok güç. Oysa ki dili masaya yatırmak ve geçmişten günümüze dil tartışmalarının boyutlarını incelemek, dilin içerdiği politik işlevleri görmek açısından önemlidir. Çünkü "dil tartışmalarının izini sürmek, politik/ ideolojik karşı karşıya gelişlerde açıkça telaffuz edilemeyen birçok farklılaşmaya ışık tutmak" (Balçık, M.) anlamına gelecektir. Bu aynı zamanda milliyetçi ideolojinin farklı bir pencereden ele alınmasının önünü açacaktır. Her ülkede, milliyetçiliğin ortaya çıkışı ve kurumsallaşmasına denk düşecek bir şekilde dil tartışmaları da gelişmiş ve belirli dil politikaları uygulamaya sokulmuştur. Bu, dilin sadece politik bir işlev üstlenmesi anlamına gelmez. Dil politikaları aynı zamanda modernist/pozitivist yönetim tarzının kültürel alana yaptığı en açık ve etkili müdahalelerinden biridir. Dilbilgisinin belirlenmesi, kelime haznesine ulusal bir nitelik ve içerik kazandırılması, diğer dillerin ya da belli kelimelerin ve kavramların yasaklanması, dilin korunması ve geliştirilmesi ile yükümlü kurumların oluşturulması gibi uygulamalar, ulus-devletin nüfusu dönüştürme projesine paralel olarak gelişmiştir. Türkiye'de de tanzimattan bu yana ele alınabilecek bilinçli bir Türk Dili politikası görülmektedir ve bu politikanın temelinde milliyetçi tarih tezinin etkileri vardır. Dilin bir halkı etkileme gücü ve dil üzerinden yapılan politikaların etki alanının geniş oluşu, elbette ki farkına varıldı ve Cumhuriyet tarihi süresince de gerek Atatürk tarafından ortaya atılan Türk Tarih Tezi'yle, gerekse Güneş-Dil Teorisi'yle kendini gösterdi. Bugün bile anadil üzerinden yürütülen tartışmalar hep tanzimattan beri süregelen tartışmaları kaynak alarak yürütülür ve o dönemin ortaya koyduğu neden-sonuç ilişkisi etrafında şekillenir. TANZİMATTAN GÜNÜMÜZE DİL POLİTİKALARI NASIL ŞEKİLLENDİ? Osmanlı Devleti'nde Tanzimat'ın ilanından (3 Kasım 1839) sonra aydınlar arasında tartışılmaya başlanan millet-meşrutiyet-hürriyet kavramları millî dili de gündeme getirmiştir. İlk dönem Tanzimat aydınları, dili halkı aydınlatmak için bir araç olarak görmüşler, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Şemseddin Sami ve Ahmed Mithad Efendi bazı eserlerinde ve gazete yazılarında bunu uygulamaya çalışmışlardır (A.Sırrı Levend, Türk dilinde gelişme ve sadeleşme evreleri). Tanzimat döneminde yeşermeye başlayan bu halk dili ile edebiyat yapma düşüncesi kısa bir zaman sonra yazılan Türkçe gramer ve sözlüklerle bilimsel temellerini de bulmaya başlamıştır. Birinci Meşrutiyet'in ilanıyla devletin resmi dilinin ve eğitim dilinin Türkçe olarak belirlenmesi ve basın yayın sektörünün gelişmesi ile kültürel düzlemde dile yeni bir işlev yüklenmiştir. Dilin sadeleşmesi ve "halk" tarafından anlaşılır hale getirilmesi gerektiği düşüncesi, halkın artık bir tebaa olarak değil, sosyo-politik bir birim olarak ele alınmasına olduğu kadar, bu sosyo-politik birimin kültürünün en önemli bileşeni olarak dile atfedilen temel role de işaret etmekteydi. Dil artık sadece edebiyatçıların ve saray çevresinin tekelinde olan estetik bir alan değil, politik anlamda önem kazanan sosyal yapıların etkileşimini sağlayan ve bunun için de dönüştürülmesi gerektiği düşünülen işlevsel bir iletişim ortamıydı. Dil kültürel ve kurumsal olarak başka anlamlar kazanırken, kendini duyurmaya başlayan milliyetçi fikirler de dil konusuna eğilmekteydi. Osmanlı'nın imparatorluk siyasetinin iflas edeceğini öngören milliyetçiler, devletin dayanacağı, daha net tanımlanmış bir millet tarifi arayışındaydılar. Osmanlılık kimliğine ya da İslam birliğine dayanan ortaklık fikirleri arasında yolunu bulmaya çalışan milliyetçiliğin etnik vurgusu, özellikle II. Meşrutiyet'in ilanı ve İttihat ve Terakki iktidarı ile artmaya başladı. Türkçülüğün öne çıktığı bu dönemde, Akçura ve Gökalp gibi yazarlar, Avrupa'daki Türkoloji çalışmalarının da etkisiyle, İslam öncesi Türk etnisitesinin varlığından bahsetmeye başladılar. Onlara göre, Türklük hâlâ mevcuttu ve bunun en önemli ispatı da kendini koruyabilmiş Türkçe idi. Özellikle yöneticiler ve entellektüeller tarafından ortaya konan kimlik bunalımı ve yeni bir "biz", yeni bir sosyo-politik kimlik tarifi ihtiyacı, dilin başrol oynadığı kültürel formülasyonlarla karşılanmaya çalışılıyordu. İttihat ve Terakki iktidarı döneminde Türkçe'nin sadeleşmesi ve İmparatorluk'un resmi yazışmalarında, eğitimde ve ekonomik alanda kullanımı yolunda önemli adımlar atılmıştı. 1923'te Cumhuriyet'in ilanı ve iktidarının sağlamlaşmasıyla, radikal bir laikleşme ve uluslaşma projesi başladı. Osmanlı'nın son dönemlerindeki politik ve kültürel milliyetçiliğin tedirgin tavrından eser kalmamıştı. Söylem düzeyinde Batılılaşma ve eylem düzeyinde ulus inşası birbirine paralel giden iki süreçti. Cumhuriyet'in ilk yıllarında milli kültür ile milli kimlik arasındaki ilişkiye, damgasını vuran dindi. Özellikle 1923-1924 Nüfus Mübadelesi sırasında, Girit ve Kuzeybatı Yunanistan'dan Türkçe bilmeyen müslümanlar Türkiye'ye getirilirken, Karaman civarında yaşayan ve anadili Türkçe olan Hıristiyanlar, bütün itirazlarına rağmen Rum kökenli sayılarak gönderilmişti. Aynı şekilde, Türkçe konuşan Hıristiyan Gagavuz Türkleri'nin ülkeye göç istediği de reddedilmiştir. 1921 Anayasası Türkçe'yi devletin resmi dili olarak benimsemişti.

    'VATANDAŞ! TÜRKÇE KONUŞ' Türkçe, dil olarak, ulusun sosyo-kültürel içeriğinin belirlenmesinde asli unsur haline getirilmişti. Bu, hem Kürtler gibi, aynı dinden fakat farklı etnik kökenden olup başka anadili konuşan azınlıkların, hem de Rumca ve Ermenice konuşan dini azınlıkların, asimilasyonunu ya da dışlanmasını içeren politikaların da dayanağı oluyordu. Türkçe konuşmanın, Türk olmanın bir gereği olduğu, Türkçe konuşmayanın Türk milletinin içinde yeri olmadığı düşüncesi, dilin milliyetçi ideoloji içindeki yerini açıkça gösterir (Yeğen, 1999: 177; Turan, 1998: 19). Türkçe konuşmadan, düşüncelerin Türk olamayacağı, düşüncelerin Türk olmaması halinde de bir Türk milleti ve kültüründen bahsedilemeyeceği sıkça vurgulanıyordu. Özellikle Yahudilere karşı başlatılan "Vatandaş! Türkçe konuş!" kampanyalarının şiddeti, zaman zaman yerel yönetimlerin Türkçeden başka bir dil konuşanlara para cezası uygulamasına ya da bu kişilere yapılan fiziki saldırılara kadar varabiliyordu. Türk milletinin ülkesinde Türkçe konuşmanın "doğal" olduğu fikri, hem değişik uygulamalarla hem de söylemsel olarak yeniden üretildikçe, ülkede ne tür bir kültürel kimliğin "doğal" karşılandığı ve kabul edilir olduğu da netlik kazanıyordu. Dil ile ilgili yasal düzenlemelerin yanında, 1928'de, aylarca süren tartışmalardan sonra yeni alfabe ilan edildi. Ulusal bir seferberlik başlatılarak Millet Mektepleri kuruldu ve nüfusun yeni alfabeye ve okuma-yazmaya olabildiğince çabuk bir şekilde intibak etmesine çalışıldı. Dilin içeriği üzerine en hararetli tartışmalar Türkçeleşme ve sadeleşme konusunda yaşanmaktaydı. Dil kongreleri ve Türk Dil Kurumu'nun çalışmalarıyla, dil yabancı unsurlardan arındırılmaya ve öz Türkçe kelimeler bulunmaya çalışıldı. Güneş-Dil Teorisi böyle bir zamanda ortaya atıldı. Türk Tarih Tezi'yle uyumlu olarak, insanlığın ilk dilinin Türklerin dilinden türediği, yabancı dillerin köklerinde Türkçe'nin bulunabileceği iddia edildi. Dilin Türkçeleşmesi açısından 1934 Soyadı Kanunu da bir diğer önemli kilometre taşıdır. Bu kanunla isimlerde Türkçe'den başka isimlerin kullanılmasını yasaklandı. Bu Türkleştirme politikası Rumca, Kürtçe ve Ermenice olan yerleşim yerlerinin isimlerinin Türkçeleştirilmesi ile devam etti. Atatürk'ün ölümünden sonra, bir süre daha radikal bir biçimde sürdürülen özleştirme ve sadeleşme hareketi 1945'te genişleyen politik özgürlükler sayesinde açıkça muhalefet edilebilir hale gelmiştir. Muhafazakar DP'nin iktidara gelmesiyle TDK'nın maddi desteği kesilmiş, Anayasa'nın 1945'te gözden geçirilen metni, mecliste büyük bir çoğunluğun kararı ile 1924'teki eski haline döndürülmüştür. 1960 darbesi ile, TDK tekrar önem kazandı ve Öztürkçe kullanımını teşvik eden genelgeler yayınlandı. 1961'de kurulan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, dil reformu karşıtlarını bünyesinde topladı. '80 sonrası darbe döneminde, TDK özerkliğini yitirerek Başbakanlık'a bağlandı ve atanmış üyelerden oluşan yeni bir yapıya kavuştu. Özleştirme çabaları böylelikle etkin bir biçimde sona erdirilirken, devletin dili kontrol etme niyetinden vazgeçmediğini TRT'nin 1984'te kullanımını yasakladığı 205 kelime açıkça ortaya koymaktadır.

    DOĞUDAN KOPUŞ Alfabe değişikliği, dil devrimi ve Türkçeleştirme politikaları, ideolojik açıdan Kemalist projeyle uyumluydu. Bu uyumun iki boyutu vardı. Birincisi tarihî boyuttur. Osmanlı alfabesinin kaldırılmasıyla, zaten lanetlenen Osmanlı geçmişi, artık yeni yazıyı öğrenerek büyüyen kuşak için erişilebilir olmaktan çıkmıştı. Dil politikaları, aynı zamanda, doğu ve İslam kültürü etkisi altında olunduğunu her fırsatta reddeden ve Türklerin, antik zamanlardan beri medeniyetin yaratıcısı ve taşıyıcısı olduğunu iddia eden Türk Tarih Tezi'yle uyumlu olarak, hem kelime dağarcığı, hem de yazı olarak Doğu'dan ve İslam kültüründen kopuşu simgeliyordu. Milliyetçi söylemlerin en önemli bileşenlerinden biri olarak tarihin unutulması/unutturulması, Türkiye örneğinde dilde yapılan devrimlerle en yetkin biçimine ulaşmıştır (M.B.Balçık, Milliyetçilik ve Dil Politikaları). Dil politikaları, milliyetçilik açısından, politik olarak yalnızca işlevsel değildir. Kendi başına anlamlı, milliyetçiliğin merkezî ve kurucu bir boyutunu da oluştururlar. Türkiye örneğinde de dil, sadece ulus inşası projesindeki dönüştürücü rolüyle değil, milliyetçi tahayyülde ve Türk milli kimliğinin kurgusunda yaşamsal bir yere sahip olduğu için de dikkate alınmalıdır (a.g.e). Yani süregelen anadilde eğitim tartışmaları gerçekte neyi ifade eder, hangi tarihsel perspektifin ürünüdür ve neye hizmet eder, iyi tahlil etmek gerekmektedir.




    Dil bütün halkındır Köleci ya da Ortaçağ dönemlerindeki imparatorluklardan sözetmiyorum. Bunlar, örneğin Keyhüsrev'in ve Büyük İskender'in ya da Sezar'ın ve Şarlman'ın imparatorlukları gibi kendine özgü ekonomik bir temele sahip değildirler ve geçici, dayanıksız askeri ve yönetsel oluşumlardan meydana geliyordu. Bu imparatorluklar, bütün imparatorluk için tek ve imparatorluğun bütün üyeleri için anlaşılır bir dile sahip değillerdi, olamazlardı. Bunlar, herbiri kendi yaşamını yaşayan ve kendi dillerine sahip bulunan bir boy ve ulusal topluluk bileşiminden oluşmuştu. Böylece sözkonusu olan bu imparatorluklar ya da benzerleri değildir, ama imparatorluğun parçaları bulunan kendilerine özgü iktisadi bir temele sahip ve eski zamanlardan beri oluşmuş dilleri bulunan boylar ve ulusal topluluklardır. Bu boyların ve ulusal toplulukların dillerinin sınıfsal bir niteliği olmadığını, bu dillerin, insan, topluluklarının, boyların ve ulusal-toplulukların ortak dilleri olduğunu, kendileri tarafından anlaşılır bulunduklarını tarih bize öğretmektedir. Kuşkusuz buna paralel olarak lehçeler, yerel şiveler bulunmaktaydı; ama boyun ya da ulusal topluluğun bir tek ve ortak dili, bu şivelere üstün geliyor bunları buyruğu altına alıyordu. Sonraları kapitalizmin doğuşuyla, feodal bölünmelerin tasfiyesi ile ve ulusal bir pazarın kurulmasıyla ulusal-topluluklar, ulus olarak ve ulusal-topluluk dilleri de ulusal diller olarak gelişti. Tarih, bize ulusal bir dilin, bir sınıfın dili olmadığını, ama halkın tümünün ortak bir dili, ulusun üyelerinin ortak ve ulus için bir tek dili olduğunu göstermektedir.

    SON YAZILAR 1950-1953 (J. Stalin)

    Bitti Kaynaklar:

    Balçık, Mehmet Berk "Milliyetçilik ve Dil Politikaları"

    Yücel, Tahsin (1982) Dil Devrimi ve Sonuçları

    ÖZGÜRLÜK DÜNYASI-Sayı- 50 "MİLLİYETÇİLİK VE TARİH"

    Prof. Dr. Osman Fikri SERTKAYA, ATATÜRK ve TÜRK DİLİ

    Beşikçi, İsmail, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu

    Akar, Ali, CUMHURİYETİMİZİN 75. YILINDA TÜRK DİLİ

  • ÖNCEKİ HABER

    Çadırlardan da sürülüyorlar

    SONRAKİ HABER

    'Haklarımı şimdi istiyorum'

    Sefer Selvi Karikatürleri
    Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
    Evrensel Ege Sayfaları
    EVRENSEL EGE

    Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...