05 Kasım 2004 22:00

Ekim Devrimi - 2

"Daha önceki anayasalar yurttaş hakları ve siyasi haklar ile sınırlı kalıyordu. Ama ilerleyen yıllarda hepsi; sosyal haklardan, çalışanların haklarından bahsetmek zorunda kaldılar. Bu, SSCB'nin etkisidir."

Paylaş
"Daha önceki anayasalar yurttaş hakları ve siyasi haklar ile sınırlı kalıyordu. Ama ilerleyen yıllarda hepsi; sosyal haklardan, çalışanların haklarından bahsetmek zorunda kaldılar. Bu, SSCB'nin etkisidir."


1936 Anayasası dünyada çığır açtı Sovyetler Birliği, tarihin ilk işçi-köylü devleti olarak, o güne dek görülmedik bir hukuk sistemi inşa etmişti. Her sorunun işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarına göre belirlendiği, olağanüstü esnek ve toplumsal gelişime ayak uyduran bir hukuk sistemiydi bu. Sovyet hukunun bu temel niteliği, en iyi ifadesini, "Stalin Anayasası" olarak da bilinen 1936 Anayasası'nda bulur. Milyonlarca işçi ve köylünün doğrudan katılımı, önerileri ve tartışmaları ile hazırlanan bu anayasa tamamlandığında, dünyayı sarsan bir etki yarattı. İlerleyen yıllarda, kapitalist devletler, bu anayasanın içerdiği birçok hak ve özgürlüğü, kağıt üzerinde de olsa benimsemek zorunda kaldılar. Bugün bile, Avrupa başta olmak üzere birçok ülkede "Stalin Anayasası"ndan izler bulmak mümkün. SSCB'de sosyalizmden geriye dönüşün en önemli simgelerinden biri ise, 1977 Anayasası olmuştu. Sovyet hukuku hakkında dünyanın sayılı uzmanlarından biri olan İtalyan Profesör Aldo Bernardini, her iki anayasa hakkında sorularımızı yanıtladı. Evrensel: Sovyet hukuk sisteminin temelinde yatan felsefeyi nasıl özetlersiniz? Prof. Aldo Bernardini: Bu felsefe, Marksizm-Lenininizmdir. Sovyet hukukunda herşey işçi sınıfı ve halkların çıkarı içindir. Temel amaç, toplumun işçi sınıfı öncülüğünde sınıfsız topluma, yani komünizme ilerlemesidir. 1936 Anayasası hakkında birçok çalışmanız bulunuyor. Bu anayasa nasıl hazırlandı? Ekim devriminden sonraki ilk anayasa, 1924 Anayasası idi. Bu anayasanın artık topluma dar geldiği görüldü ve değiştirilmesi kararı alındı. Birçok konuda ülke çapında alt komisyonlar, komisyonlar oluşturuldu. Çok geniş bir halk katılımı ile; onmilyonlarca emekçinin öneri ve talepleri alındı. Tüm emekçilerin katıldığı uzun ve canlı bir tartışma sürecinin ardından, anayasa taslağı ilgili karar organlarına sunuldu. Ve oybirliğiyle kabul edildi. Bu, yepyeni bir anayasaydı. 1936 Anayasası'nın temel özellikleri nelerdir? İlk maddelere bakalım. SSCB'nin; işçi ve köylülerin sosyalist devleti olduğu ifade edilir. Bu devletin ekonomik temeli sosyalizmdir. İki ana mülkiyet biçimi öngörülür: Devlet-toplum mülkiyeti; mesela kolhoz ve kooperatifler. İkinci olarak; küçük çaplı özel mülkiyete izin verilir. Örneğin köylüler, kişisel ihtiyaçları için küçük bir parça toprak sahibi olabilirler. Ancak üretim esas olarak tüm toplum için yapılır. Batı dünyasının tepkisi nasıl oldu? İlericiler, sosyalistler, büyük bir heyecanla karşıladılar. Ama burjuvazi, elbette her çeşit karalamaya girişti. Anayasada tanınan haklara hiçbir şey diyemiyorlardı; bu nedenle bunların sadece kağıt üzerinde kalacağını, Sovyetler'in bir diktatörlük rejimi olduğunu falan söylediler. Ama onlar da afallamıştı; çünkü ortada çok farklı bir hukuk metni vardı. SSCB'nin başarılarının bir anı fotoğraflanıyordu burada. Şu sorunları aştık, şu konuma ulaştık ve durumumuz budur, ancak ileride şu noktaya varılacaktır... Diğer yandan mesela Troçkist gruplar, küçük çaplı özel mülkiyete izin verilmesi gibi noktaları eleştirmeye giriştiler. Sosyalizmin aşama aşama kurulabileceğini anlamak istemiyorlardı. Kapitalist ülkelerin anayasaları, bu metinden nasıl etkilendi? Biliyorsunuz, 2. Dünya Savaşı'nın ardından birçok ülkede yeni anayasalar yapıldı. Mesela, 1936 Fransa Anayasası. Bu metinlerde ilk kez sosyal, ekonomik ve kültürel haklardan bahsedildi. Daha önceki anayasalar yurttaş hakları ve siyasi haklar ile sınırlı kalıyordu. Ama ilerleyen yıllarda hepsi; sosyal haklardan, çalışanların haklarından bahsetmek zorunda kaldılar. Bu, SSCB'nin etkisidir. Peki, '77 Anayasası ile '36 Anayasası'nı nasıl karşılaştırabilirsiniz? Ben, anahtarın Komünist Parti'nin nasıl tanımlandığı ile ilişkili olduğu kanısındayım. Açıklayayım: 1924 Anayasası'nda partiden pek bahis yoktu. Sadece partinin toplumun öncüsü olduğu belirtilmekteydi. Stalin Anayasası'nda devlet organları, ilk maddelerde sıralanır ve tanımlanır. Ama parti, burada yoktu. Parti bahsine anayasanın sonuna doğru rastlarız. İşçilerin sendikalara, kültürel derneklere vs. üye olma hakkı dile getirilir ve ardından, "İşçi ve köylülerin en ileri kesimleri, Parti çatısı altında birleşir. Parti sınıfın öncüsüdür" denilir. Buradan çıkan sonuç şu: Parti; devletin bir organı değildir. İşçi ve emekçilerin üye olabileceği diğer örgütlerle birlikte ele alınmıştır. Bu nedenle statik değildir. Stalin, partinin geleceği temsil etme vasfı nedeniyle devlet organı gibi ele alınamayacağını açıkça ifade eder. Anayasa bir program değildir çünkü. Partinin durumu özeldir; o toplumu komünizme götürür. Bir anayasayla kısıtlanamaz ve anayasa tarafından yönetilemez. Diğer yandan 1977 Anayasası'nda parti bahsini daha 6. maddede görmekteyiz. Bu maddede devletin yapısı anlatılıyor. Yani parti, devlete dahil ediliyor. Dahası, "Partinin her örgütü bu anayasaya bağlı hareket eder" denilir. Kısacası 1977 ile parti statikleştirilmiş, donuklaştırılmıştır. Ve bu, ilerleyen yıllarda görüleceği gibi, çok büyük bir hata olmuştur.


1936 ANAYASASI'NDA BİREYSEL HAKLAR MADDE 122. Ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve siyasi hayatın bütün alanlarında kadın, erkekle eşit haklara sahiptir. MADDE 123. SSCB yurttaşlarının; bütün bu alanlarda hangi milliyet ve ırktan olursa olsunlar eşit haklara sahip oluşları mutlak bir yasadır. MADDE 124. Bütün yurttaşlar dinsel ibadet özgürlüğüne ve din karşıtı propaganda yapma özgürlüğüne sahiptir. MADDE 125. Konuşma hürriyeti, basın hürriyeti, miting ve toplantı hürriyeti, yürüyüş ve gösteri hürriyeti yasalarla güvence altına alınmıştır. Bu haklar; emekçilere ve emekçi örgütlerine, bu hakların kullanılması için gerekli olan basımevleri, kağıt stokları, kamu binaları, caddeler, posta ve telekomünikasyon ve diğer maddi koşulların sunulmasıyla güvence altına alınır. MADDE 127. Yurttaşların kişilik hakkı ihlal edilemez. Kimse mahkeme kararı veya savcılık izni olmadan tutuklanamaz. MADDE 128. Konut dokunulmazlığı ve mektuplaşma sırrı yasalarla korunmuştur. MADDE 135. 18 yaşına gelmiş her yurttaş milletvekili seçimlerine katılma hakkına sahiptir... SSCB Yüksek Sovyeti milletvekilliğine... 23 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı seçilebilir.


'Bolşevik Parti, kadın sorununun hayati önemini kavramıştı' Kadın ve aile sorunları, Sovyetler Birliği için çözülmesi gereken en önemli sorunlar arasında yer almaktaydı. İç savaş ve 2. Dünya Savaşı'nın getirdiği yıkım, özellikle bu alanda ciddi sorunlara yol açtı. Yıllarca SSCB ve Rusya'da yaşayan, konuyla ilgili birçok kitaba imza atan İtalyan Profesör Cristina Carpinelli ile, Sovyetler'in kadın ve aileye bakışını konuştuk. Evrensel: SSCB'nin kadın ve aile sorunlarına verdiği önemi anlatır mısınız? Prof. Cristina Carpinelli: Ekim Devrimi'nden sonra kadının aile içinde ve dışındaki konumunun tamamen değiştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Devrimin yaptığı ilk iş topraksız köylülere toprak dağıtılması oldu. İkinci iş ise, medeni kanunun hazırlanmasıydı. Bu, Bolşeviklerin kadın sorununa verdiği önemi gösterir. 1918 tarihli Medeni Kanun; kadının aile içi ve toplumdaki konumunu değiştirdi. Kadına çalışma hakkı, boşanma hakkı ve kürtaj hakkı verildi. Kadının çalışması, birçok araçla teşvik edildi. Çünkü Bolşevikler; toplumsal, ekonomik ve siyasi değişimin anahtarının, kadının rolünü değiştirmekten geçtiğini görmüştü. Devrimin ardından bir Kadın Komisyonu oluşturuldu. Üye kadınlar doğudan batıya bütün ülkeyi gezdiler. Kadınlara propaganda yaptılar. Kadının çalışması, eğitim alması gerektiğini söylediler. Tabii ki kültürel alanda değişim çok zor ve zaman isteyen bir işti; mesela çok eşlilik kırsal bölgelerde yaygındı. Ama kültürel değişimin anahtarı da ekonomik konumu değiştirmekti. 1918 yasası, NEP (Yeni Ekonomik Politika) dönemine dek geçerli oldu. 1926'da yeni yasa hazırlandı. Toplum değişmişti. Yoksulluk, iç savaş, kıtlık, açlık, çocukların terkedilmesi gibi büyük sorunlarla boğuşulmaktaydı. Bu yasada, fiili evliliklerin, resmi nikahlı evlilik ile eşit konuma yükseltildiğini görmekteyiz. Çünkü o zor koşullarda birçok insan resmi nikah yapamıyordu. Birçok erkek iç savaşta ölmüştü. Evsiz çocuk sayısında olağanüstü artış vardı (17 milyon çocuk). Yasa; evlilik dışı çocuklara da, evlilik içi çocuklarla eşit haklar getirdi. İç savaşın olumsuz etkilerinin ardından, birde 2. Dünya Savaşı ve Nazi saldırısı geldi. Bu dönemde yasa değişti mi? Bir sonraki medeni kanun, 1944 yılında yürürlüğe girdi. Bu metin, 2. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru ülkenin şartlarını yansıtır. Bu dönemin konumuz açısından en önemli özelliği; kadın ve erkek arasındaki nüfus uçurumuydu. Milyonlarca erkek savaşta ölmüştü. Bu nedenle 44 yasasında kürtaj yasaklanır. Nüfus dengesinin tekrar kurulması için Kadınlar çocuk yapmaya, çocuk yetiştirmeye teşvik edilir. Çalışmaya yönelik teşvikler kaldırılır. Tabii ki bunları normal olarak kabul etmek mümkün değil. Ama o şartlar altında, bunlar zorunluluktu. Zaten savaşın ardından, toplum normale dönünce bu yasaklar da kalkar. 1957 Medeni Kanunu ile çalışma hakkı, kürtaj hakkı ve diğer haklar geri gelir. 1920'lerde, örneğin İtalya'da nasıl bir aile tipi öngörülmekteydi? Biliyorsunuz, o dönemde Mussolini iktidardaydı. Ve medeni kanunda, "Kadının ilk görevi analık ve karılıktır" yazmaktaydı. Kadın eve hapsedilmişti; ev işlerine bakıp çocuk büyütecekti. Çünkü Mussolini, çocukları geleceğin ordusu olarak kullanmak istiyordu. Peki, klasik bir burjuva ailesi açısından durumu ele alırsak... Burjuva yasaları aile konusunda güzel ilkeler içerir; mesela kadın-erkek eşitliği. Ama bunlar kağıt üzerinde kalır ve toplumdaki eşitsizlikler devam eder. İşte bence iki toplum arasındaki asıl fark buydu. SSCB'de yasaları okuyarak, toplumun o anki durumunu, nereden gelip hangi konumda olduğunu anlarsınız. Kağıt üzerinde ne yazıyorsa, pratikte de odur. Ama kapitalist ülkelerde durum, hiç de böyle değildir. 1920'lerde kapitalist ülkelerde kadının seçme ve seçilme hakkı var mıydı? Hayır. Kadın, SSCB'de 1919'da seçme ve seçilme hakkını kazandı. İtalya'da oy kullanma hakkı 1946'da kazanıldı. Fransa ve İngiltere için de aynı. Genel olarak 2. Dünya Savaşı'nın ardından bu hakka sahip oldular. Bazı çevreler, sosyalist toplumun da erkek egemen bir toplum olduğunu söyler. Bu konuda ne dersiniz? Kadın sorunu, sosyal ve ekonomik statüden koparılamaz. Bu açılardan SSCB'de kadın, erkekle kesin olarak eşittir. 1930'lardan itibaren birçok meslekte kadın ve erkek eşit oranlarda temsil ediliyordu. Ama bir de kültürel sorunlar var. Mesela aile içi durum. Kadın toplumda tanınıyor ve saygı görüyordu, ama evin içinde durumu farklıydı. Ve bu durumu düzeltmek zaman alır. SSCB'de bu sorunlar yaşandı ve bugün de, Avrupa ülkeleri dahil birçok yerde aynı sorunlar devam ediyor. Stalin'in ölümünden sonra aile ve kadının durumunda ne tip değişimler yaşandı? Sosyal hizmetler, çocuk kreşleri, çamaşırhaneler gibi konularda ciddi ekonomik sorunlar başgösterdi ve kadınların bu hizmetlere ulaşması giderek zorlaştı. Bu tip hizmetlerin kalitesi de çok düştü. 1970'lerde alışveriş kuyrukları başgösterdi. Bir kadın, evin çok az bir ihtiyacını karşılamak için iki saat kuyruklarda bekliyordu. Yani çok değerli iki saatini kaybediyordu. Bu gibi birçok sorun giderek kangrenleşti. Yarın: Ata Soyer, "1917 ve halk sağlığı"nı yazdı.

src=/resim/b1.gif width=5>
Başa dön


Unutulmadı...Sultan Özer 12 Eylül darbesi, 24'üncü yılında İlhan Erdost'un mezarı başında bir kez daha lanetlenecek. Ağabeyi Muzaffer Erdost ile birlikte, "yukarıdan gelen bir emirle" 7 Kasım 1980'de gözaltına alınan ve dövülerek öldürülen İlhan Erdost'u anan ve aradan geçen 24 yıla rağmen aynı öfke ve acıyla anlatan Muzaffer Erdost, kardeşinin öldürülmesinin planlı, bilinçli olduğunun altını çizdi.

Tesadüf değil Erdost, sıkıyönetimden gelen gözaltı tutanağında kendisinin 1932 doğumlu olmasına karşın 1952 doğumlu yazıldığını, İlhan'ın da 44 doğumlu olduğunu, kendilerini gözaltına alan komiserin bu yanlışlığı fark edince "Tuuu bir yanlışlık olacaktı" sözlerine dikkat çekti. "Yanlış yazılmış demedi, tu bir yanlışlık olacaktı dedi" diye olayı yineleyen Erdost, aracın içerisinde dövülmeleri ve bunun için özel araç istenmesinin de tesadüf olmadığını söyledi. Gözaltına alındıktan sonra, Mamak Askeri Cezaevi C bloka götürülürken aracın içinde ve indirildikten sonra öldüresiye dövülmelerini şöyle anlattı: "Araba istedi, isterken de 'büyük bir araba' istedi. Ağzını bizden tarafa duyulmasın diye kapatarak. 'küçük araba olmaz, iki kişi var, anlarsın ya... Reo olur' dedi. Bu, araç içerisinde bizim dövülmemizin planlandığını gösteriyor. Arabaya binerken dövdüler. Astsubay orada '10 yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu' diye çıkıştı. Tekme, tokat, copla bindirdiler. İçeri girdik, astsubay dışarıda kaldı, gördüm, bizi dövmeye başladılar. Yeteri kadar dövdüklerine inandım ki, astsubay arabaya bindi. Özel olarak öldürülmek amacıyla dövüldük." Araçtan indirildikten sonra da dayak faslının devam ettiğini, artık dövmemeleri için kardeşi İlhan'ın "Küçük kızımı uyandırmaya kıyamadım" sözlerini ve başçavuşun da "ben de kızımı Kırıkkale'de hasta bırakıp geldim, sizin yüzünüzden, daha önce düşünseydiniz" dediğini anlatan Erdost, burada da astsubay bir sigara içene kadar dövüldüklerini, sigarasını bitirip gelip, 'yeter' demesinin, yargılamada astsubay lehine bir delil olarak kullanıldığını, ama astsubayın orada yeniden dövülmeleri emrini verirken, "patlatılmadık hayalarınız kaldı onu da patlatırlar" dediğini anlattı. Dayak faslı ve koğuşa gelmelerinin ardından iki dakika sonra İlhan'la gözgöze geldiklerini, İlhan'ın "kusacağım" dediğini ve yere yığıldığını anlatan Muzaffer Erdost, kendilerini döven dört erden, Kısmet Çağlar'ın o gün özel görevli olduğunu, bu nedenle cezasının artırılmadığını, astsubayın ise sadece görevi ihmalden 6 ay ceza yediğini, görevini de sürdürdüğünü ifade etti. Kardeşinin öldürülmesinin yanı sıra yüzlerce devrimcinin de öldürülmesine, 50'ye yakın idama yol açan 12 Eylül darbesinin ABD ve NATO'nun planı olduğunu belirten Erdost, "Darbeciler yargılansın" eylemlerinin olumlu olduğunu, ancak yargılamanın olacağına inanmadığını söyledi. Erdost, "12 Eylül'e teslim olmuş bir yargının 12 Eylül'ü yargılayacaklarına inanmıyorum. Ama 12 Eylül generallerinin bedenleri beni ilgilendirmiyor. Önemli olan 12 Eylül'ün halkın bilincinde yargılanması" dedi. Her 7 Kasım'da sahibi oldukları Sol ve Onur Yayınları'nın okurlarıyla, aydın ve yazarlarla buluştuklarını, bu yayınların okurlara yüzde 50 indirimli verildiğini, bununla İlhan'ı andıklarını dile getiren Erdost, 7 Kasım günü yine İlhan'ın mezarı başında olacaklarını söyledi. İlhan Erdost, Karşıyaka Mezarlığı'nda, 2 No'lu kapıda, M 19, parsel 200'deki mezarı başında yarın saat 12.00'de öldürülmesinin 24'üncü yılında yine sevenleriyle buluşacak.

ÖNCEKİ HABER

'Anahtar Kürt kimliği'

SONRAKİ HABER

Ünal davasında polislere beraat!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...