18 Temmuz 2004 21:00

Edebiyata işçi soluğu

"Siz greve çıkıyorsunuz, o zaman biriniz ikiniz günlük tutacaksınız. Olanları yazacaksınız. Oturup günlük tutun. Onlardan hareketle grevi öyküleştirirsiniz.

Paylaş
DİSK eski Genel Başkanı Abdullah Baştürk anısına, ailesi, Genel-İş Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği işbirliğiyle düzenlenen "İşçi Öyküleri" yarışmasına katılan öyküler, katkısıyla bir süre önce kitap haline getirildi. Bu yıl ikincisi düzenlenecek İşçi Öyküleri Yarışması'na son katılım tarihi 19 Kasım 2004. Yarışmanın bu yılki jürisinde M.Sadık Aslankara, Aysu Erden, Adnan Özyalçıner, Tuncer Uçarol, Ahmet Yıldız bulunuyor. Jüride de yer alan usta öykücü Adnan Özyalçıner ile öykünün bugünkü durumu, işçi öyküleri ve işçilerin edebiyatla ilişkisi üzerine konuştuk. İşçi Öyküleri Yarışması'nın öykücülüğümüze ne gibi katkıları olacak sizce? Genel-İş'in başlattığı İşçi Öyküleri Yarışması'nın Türk edebiyatına katkıları olacağı kesin. Biz Sennur Sezer'le Emek Öyküleri'ni hazırladığımız zaman, çok sayıda emek ve işçi öyküsü bulduk. Ancak, öykücülüğümüzün başlangıcından bu yana var olan emek öyküleri gelip 1980'e dayanıyordu. 1980'den sonra işçiyi, emekçiyi, yoksul insanı ya da düpedüz insanı; çevresiyle, toplumuyla, kendi kendileriyle olan çelişkileriyle anlatan herhangi bir öykü bulamadık. Buna 1980'den sonra kültürün ve edebiyatın baskı altında tutulması neden oldu sanırım. Bu baskının içinde birçok yazarımız postmodern anlamda öyküler yazmaya başladılar. Tam postmodern de denmeyebilir ona ama kendi kendiyle konuşan, kendi benini anlatan yazı biçiminde olan birçok öyküler yazıldı. Ben bu öykülerin de edebiyata katkısı olduğuna inanıyorum. Çünkü bu öyküler kurgusal olsa bile sözcük üretimi açısından, imaj üretimi açısından edebiyata bir faydası var. İnsana ve topluma yararı ne yazık ki yok! Onun için; bu işçi öyküleri yarışmasıyla, 1980-2000 arasında yazılan öykülerin insan eksiği, toplumsal eksikliği tamamlanacaktır. Ben şimdi genç yazarlarımızın, başlangıçtan bugüne öykücülerimizi okuyup zinciri devam ettirmelerini isterim. İşçi öykülerinde bu ışığı gördüm ben, insan vardı, insanın kendiyle olan ilişkileri, çelişkileri vardı. İnsanın toplumuyla olan ilişkileri, çelişkileri, açmazları vardı. Özellikle onlar iş ve işçi çevresini de konu alıyorlardı. Ama onların edebiyat açısından da bir katkısı oldu. Tıpkı Sait Faik'te olduğu gibi, tıpkı Orhan Kemal'de olduğu gibi, tıpkı Yaşar Kemal'de olduğu gibi insan sıcaklığını da taşıyorlardı. Yani kurgusal değillerdi, yaşamdan kaynaklanarak yaşamı yorumluyorlardı, onun üstüne birtakım çözümler olmasa bile, o yaşam içine sıkışan insanların nasıl bir değişime, dönüşüme uğrayabileceklerini söylüyorlardı. Bugünkü genç öykücülüğümüzün bence gelmesi gereken yer bu olmalıdır. Varlık Dergisi öykü yarışmasını kazanan genç bir arkadaşımız var; Temel Karataş, çok ilginç bir lafını okudum geçende. Karataş diyor ki; "Orhan deyince benim aklıma önce Orhan Kemal gelir sonra Orhan Pamuk gelir". Ben işte genç öykücülerimizin bu bilinçte olmalırını ve bu bilinçle hareket etmelerini istiyorum. Çünkü Orhan Kemal'den, Sait Faik'ten, Yaşar Kemal'den öğreneceğimiz çok şey var. 1950 kuşağı öykücülerinden öğreneceğimiz çok şey var. Bütün bunlardan geçerek, insanı, toplumu insan sıcaklığı içerisinde anlatılabilecek yeni öyküler üretilebileceğini sanıyorum. Özellikle bu ikinci İşçi Öyküleri'nin bizim öykü dünyamıza yenilikler katacağına inanıyorum, hem metinsel açıdan hem doğasıyla. Benim anlayışımda, öykü bir insanı doğasıyla, çevreseyle, tarihiyle ve özellikle geleceğiyle bir arada anlatması demek. Bu yaşamdan kaynaklanarak kurgusalda olabilir, zaten ben kurguya karşı değilim, kaldı ki öykü kurgusal bir olaydır. Yaşamdan kaynaklanmayan bir öykü boşa harcanmış bir çabadır. Ya da baştan da söylediğim gibi belki o öykünün de edebiyat açısından getirdiği birtakım yenilikler olabilir. İmaj, dil, kurgu yenilikleri ama o kadar! Ondan ötesi boşadır. İnsanı, kendisine ve topluma anlatamadığı için güdük kalır, tabasız kalır. İşçi Öyküleri'nin bu ilk kitabında gördüğüm ve gelecek kitabın getireceklerinden dolayı öykücülüğümüzün gelişeceğine inanıyorum. Hem sanat açısından insanı anlatırken, insanın değiştirip dönüştürmesi açısından, yararlı olacağına inanıyorum. İşçi yaşamının ve ilişkilerinin anlatılması günümüz edebiyat anlayışında dar, kalıpçı ya da birtakım politik kaygılarla yapılmış işler olarak görülüyor. Sizce neden? Biz emek öykülerini yaparken mesela yalnızca toplumcu yazarları düşünmedik, bu arada bireyci yazarlara da baktık. Ama bizim 1980'e kadar olan bireyci yazarlarımız bile insanı ve toplumu anlatmaktaydılar. Yoksul insanı anlatıyorlardı. Onun için biz kolaylıkla bunlardan emek öyküleri seçtik, bulduk. Yani edebiyat değeri olan, hem toplumsal değeri olan öykülerdi. Bu yarışmayı kazanan işçi öykülerinde de öykü sanatının önde gelmesi lazım. Öykü sanatına bir şeyler katmış mı? Ve konusuna bir şeyler katmış mı? Ona bakmamız lazım. Bu çıkan İşçi Öyküleri kitabında kınanan, kuru kuruya sorunların anlatıldığı öyküler bulmadım. Burada duygusal ilişkilerin bulunduğu öyküler ortaya konmuş. Yeni gelecek öykülerinde böyle olacağına inanıyorum. Sanat daha önde gelecektir. Yoksa kuru kuruya anlatılmış bir şey makale olmaktan öteye gitmez. O zaman bunlara genel olarak üretim ilişkileri içerisinde insanı ve oradaki ilişkileri anlatan öyküler diyebilir miyiz? Denebilir. Yani işçi öyküleri bizim insanımızın büyük çoğunluğunun yaşadığı yöneten ve yönetilen çelişkisinin anlatıldığı öykülerdir. İlla ki işçi olması gerekmiyor. Yoksulla zengin arasındaki ilişki anlatılıyor. Bu öykülerde de bakıldığında bu olay ortaya çıkacak zaten. Oradaki çelişki ve bunun neden olduğu ilişkiler ortaya çıkacaktır. Yoksa düpedüz işçi öyküsü olarak damgalanması yanlış. Üretim ilişkileri içerisindeki insanın, çalışanın toplumla olan ilişkilerini anlatan öyküler bunlar. Yani düpedüz bir işçinin çalışma başındaki durumu anlatılılıyor olabilir, oradaki bir sevi ilişkisi anlatılabilir. Bu yaklaşım tamamen yanlış. İyi öykücülerde böyle bir durum yok. Onun için meselenin temeline geliyoruz. Önemli olan iyi öykü yazmak ve bir sorunu işlemek. Türkiye'de zaman zaman işçi öyküsü ya da bir işçi romanı yok tartışmaları yaşanır. Sizce neden böyle bir edebiyat bizde ortaya çıkmadı? Şimdi bu olayı yaşayan bilip, yaşayan yazar. Bunu ancak işçi kesiminden gelen yazarlar bu konuyu enine boyuna deşip inceleyeceklerdir. İşçi romanı yazılmadı, diyoruz ama, mesala bir matbaa işçisi olan Hakkı Özkan'ın bir Grev romanı vardır. Reşat Enibol'un yaşadığı bir olay olan Haliç vardır. Onun için işçi yaşadığı şeyleri, şimdi örneklerin de verdiğim gibi yazabiliyor. Türkiye'de bunun örnekleri var. Ama yoğun değil. Bu da işçi kesiminden gelen yazarların olmamasından kaynaklanır. Biz bir işçi yazarın da çalışmasına bakarken önce sanatsal değere bakarız. Dile bakarız. Sonra ortaya koyduğu sorunsala bakarız. Yoksa kuru kuruya yazılmış bir sorun ne öykü ne de roman olur. O zaman biz işçi sorunlarının anlatılması için bir işçi yazarın çıkmasını mı bekleyeceğiz? Beklemeyeceğiz, ama işçiye eğitim götüreceğiz. İşçiyi bu konuda eğiteceğiz. Uyaracağız işçiyi, yüreklendireceğiz. 'Bak sen de yazabirsin!' diyeceğiz işçiye. 'Bak sen bunları yaşıyorsun, yaşadığın için de yazabilirsin' diyeceğiz. Nitekim grev öyküsünü yazdığım vakit, İstanbul da Paşabahçe işçilerinin bir bildirisinden hareket etmiştim. Sonra benim oraya ayağım düştü, işçiler bana "Yeni grevler, olaylar oluyor niye yazmıyorsun" diye sordular. Ben de dedim ki bunları ben değil siz yazacaksınız. Şaşırdılar. "Hocam nasıl olacak" diye. Dedim ki siz greve çıkıyorsunuz, o zaman biriniz ikiniz günlük tutacaksınız. Olanları yazacaksınız. Oturup günlük tutun. Onlardan hareket edip grevi öyküleştirebilirsiniz. Nitekim bende bire bir grev sırasında yaşanarak yazılmış işçi şiirleri var. Dolayısıyla bizim işçileri eğitmemiz ve yönlendirmemiz lazım. Onların kendi yaşamlarını, içinde bulundukları durumu aktarmalarını teşvik etmemiz lazım. Yoksa birtakım belgelerden hareket edip, öykülerde yazılabir. Ama yaşayanların yazacakları çok daha sahici olur gibime geliyor. Ama, onların da sanatsal düzeyi tartışma konusu olabilir.. Ama o konuda da işçiyi eğitmemiz gerekiyor. İşte Emek Öyküleri'ni biz onun için yayımladık. İşçiye böylece demiş olduk ki; "Bak işçi kardeşim, öykü böyle yazılır, hem senin yaşadığın durumlardan söz ediyor, hem de sanatsal olarak kurgusal, etkileyici birtakım mesajlar veriyor. Bu konuda insanın değişim ve dönüşmesine yardımcı oluyor bu öyküler." Biz işçilerimizin o öyküleri okumasını ve okuyup onlar üzerinde düşünmesini isteriz. Ama ondan önce başlangıcından bugüne öykücülerimizi tanımaları gerekiyor. Sonra bildiklerini yazsınlar, ama önce onları okusunlar. Edebiyat için işçi kesiminin yaşadıkları ne ölçüde bir malzeme sunuyor. Çok zengin bir malzeme sunuyor edebiyata. Yazarların bu malzemelerden yararlanarak, bu olayları edebiyata kazandırmaları lazım. Orada yaşananları, tabii ilgiliyse tanıklarını da bularak farklı şeyler de yaparak, edebiyata kazandırabilir yazar.

ÖNCEKİ HABER

Ayaş'a tren yolu gözüktü

SONRAKİ HABER

Bir Vedat Hoca'mız vardı...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa