23 Haziran 2004 21:00

Derinlikli şeyler söyleme zamanı

Teryy Eagleton, "Kuramdan Sonra"da son elli yılın entelektüel düşüncesini sorguluyor. Çünkü tarihin büyük oynadığı bir anda postmodern iklimin tahribatı altındaki kuram, dünyayı anlayacak mecalden yoksun kaldı.

Paylaş
Tam da evrenselliğin, aklın, öznenin, nesnelliğin, bilimin sonunun ilan edildiği bir süreçte tarih gerçekten büyük oynuyor. Batı kapitalizmi, dünyanın önemli bir bölümünü, yeniden "modernleştirme" adına askeri işgale girişirken, postmodernizmin "küçük anlatıları", çağın huzursuz ruh halini açıklamaya yetmiyor. En çetrefilli kuramsal meseleleri usta ve ironik bir üslupla okura sunan Terry Eagleton'ın "Kuramdan Sonra" adlı yeni kitabının derdi de bu. "İlerledikçe sığlaşan bir çağda, kulağa daha derinlikli şeyler söylemek gerektiğini" savunuyor, Eagleton. Son elli yıllık batı düşüncesinin, ama özellikle de kültür kuramının eleştirel bir tartışması niteliğinde olan "Kuramdan Sonra", Eagleton'ın postmodernizme karşı başlattığı hesaplaşmada son nokta aslında. Postmodernist düşünce ikliminde yetişen entelektüellerin,artık batı kapitalizmini meşrulaştırıcı felsefi söylevleri çekecek mecalleri kalmadığı görüşünde: "Ancak batı bunu, tam da felsefecilerin gelip ayaklarının tozuyla temel diye bir şeyin olmadığı haberini verdikleri bir anda yapmak zorundaydı. Kötü haber, kral çıplaktı... Kendi varoluşunun hakikati ve gerçekliği üzerine, postmodern düşüncenin hakikat ve gerçekliğe dair ciddi şüpheler beslediği bir anda, düşünmeye zorlanacaktı." Ne var ki, Eagleton, Batı'nın kendi üzerine düşünmeye gerçekten ihtiyacı olduğunu da vurguluyor. Ama bu; kapitalizmin meşruluk arayışı için değil, dünyanın yarısı açlıktan kırılırken kuramın kendisini gündelik hayatın ve yerelin meselelerine bu denli kaptırmasından dolayı gerekli. Böylesine keskin kırılmaların yaşandığı bir dönemi anlamakla görevli kuramsal düşünce deyim yerindeyse "tek ayak üzerinde" yakalandı, çünkü. Kendini o derece merkezsiz bir dünya fikrine kaptırdı ki, bir zamanlar güvenle geçtiği köprülerin, kendi ayakları altından nasıl çekildiğini anlayamadı bile.

Normlara tutunmak Eagleton, kuramsal düşüncenin yeniden ayağa kalkabilmesi ve küresel kapitalizminin "büyük anlatısını" okuyabilmesi için en başta bazı normlara sahip olması gerektiğini söylüyor. Çünkü, kapitalist girişimciliğin adımları hızlandıkça, istikrarsızlık, aksaklık, sapkınlık ve rezalet günün düzeni haline geliyor ve tüm bunlar belirgin çirkinlikler olarak algılanmıyor. Zira, onları ölçebilecek bir norm yok ortada. Daha doğrusu özne, nesnesllik, ahlak, siyaset, tarih, evrensellik vb. bütün normlar postmodernizm tarafından birer birer kullanım dışına itildi. Postmodernizm dünyaya dair enformasyon sahibi olmak yerine, enformasyon olarak dünyanın önemli hale geldiğinin düşünüldüğü bir iklimde devreye girdi ve bu rüzgârın etkisindeki yeni toplumsal hareketlerin ilk hedefi gerçekçiliğin ta kendisi oldu. "Bugünün kültür kuramı" diyor Eagleton; "Derinlik düşüncesinden hoşlanmaz ve temellere el atmaktan imtina eder. Evrensel kavramını duyduğunda ürperir ve tutkulu incelemeleri tasvip etmez. Genellikle böyle incelemeleri baskıcı bulur. Yerel, pragmatik, tikel olana inanır. Ve ne gariptir ki, bu yönleriyle yine yalnızca kendi görebildiğine ve kaldırabildiğine inanan, o çok nefret ettiği muhafazakar bilimden pek de bir farkı kalmaz."

Nesnellik taraflılıktır "Kuramdan Sonra", dünyayı anlamamızı sağlayacak ve küresel kapitalizme karşı bir siyaset geliştirilmesinin dinamizmi olabilecek bütün normları postmodernizme karşı savunuyor. Üstelik bu normlar sadece bilimsellik adına veya kuramın namusu için savunulmuyor, aynı zamanda sosyalist politikanın asli unsurları olarak anlamlandırılıyor. Örneğin; postmodern düşüncenin hedef listesinin başında yer alan "nesnellik", ne yüzer-gezer bir gerçeklik olarak ne de idealizmin tarafsızlığı bağlamında ele alıyor. Bizatihi nesnellik taraf olmanın, yoksullardan yana siyaset yapmanın bir gereği olarak tartışılıyor: "Nesnellik hiçbir zeminde durmaksızın yargıda bulunmak değildir. Aksine, durumun nasıl olduğunu, ancak bir bilme pozisyonundaysanız bilebilirsiniz. Ona ancak belirli bir açıdan yaklaşırsanız, gerçeklik gözünüzün önünde aydınlanabilir." Bu yüzden yeryüzündeki ezilenlerin insanlık tarihinin hakikatini anlama ihtimalinin, efendilerininkinden daha fazla olduğunu söylüyor Eagleton. Çünkü insanlığın çok büyük çoğunluğu için tarihin despot iktidarlardan ibaret olduğu bilgisini, günlük deneyimlerinden öğrenirler. Bu aynı zamanda tahakküm zincirlerini oluşturan koşulların, aynı zamanda kurtuluş olanaklarını artırmasının da bir sonucudur. Nitekim kitapta evrensellik, özne, kültür, ahlak, eşitlik vb. olgular hep aynı taraflılık zemininde ve ezilenlerin kurtuluşu retoriği çerçevesinde anlamını buluyor.

Sosyalist olmak için makul bir neden... Eagleton, "Kuramdan Sonra" ile keskin bir hesaplaşmaya girişmiş durumda. Daha şimdiden büyük bir tartışma yaratan bu hesaplaşmada yapısalcılıktan post-marksizme, modernizmden postmodernizme kadar son elli yılın düşünce yelpazesi içinde sivri dilini, kendisi dahil herkese batırıyor. Bunu da gayet anlaşılır bir nedenden dolayı yapıyor: Kapitalizmin yarattığı boğucu atmosferde "sosyalist olmak için bulunabilecek herhangi makul bir neden, nefes açıcı bir ilaç gibidir."

"Kuramdan Sonra", Terry Eagleton, 232 sayfa, Literatür Yayınları src=/resim/b1.gif width=5>
Başa dön


Ne kadar güz(üm)üzMuharrem Cebe "Nameyên Nabersivin" (Cevapsız Mektuplar) Îrfan Amîda'nın ikinci Kürtçe şiir kitabı. Birincisine göre daha yalın ve daha başarılı bir çalışma. Yağmur damlalarının altında, ay ışığında, bir kemanın melodisine yazılan mektuplar. Her mektup Kewê'nin şahsında bize, dünümüze yarınımıza yazılan mektuplardır. Bir duygu bir imge selidir "Cevapsız Mektuplar." Şair bize daha kitabın başında "Yaşamın bütün gizlerini yırt. Söylenmemiş aşkları. Gizli soruları ve ertelenmiş duyguları" diyerek olağan üstü bir yolculuğa davet ediyor. Ve yolculuk çocukluğumuza doğru yol alıyor. "Bir zaman senin duygusallığınla kuyruğunu kopardığın kertenkeleyi izledim. (Belki) yakarışımı cevaplar diye." Doğu'nun o ayrıksı bakış açısının yarattığı bir tema var şairin dizelerinde. İlk kez doğu çocuğunun kalbindeki temayı işlemiş ve şiire doğu çocuğunu kazandırmıştır. Dolayısıyla belki de çocukluğumuzu en çarpıcı anlatan mısraları onun dizelerinden okuyoruz. Çocukluğumuzda hangimiz bir kertenkelenin kuyruğunu koparıp uzaktan kıvrılmasını izlemedik.

Yağmur ve esir kokuları Bilmiyorum ilahi bir rastlantı mıdır? Bu geçitten her geçişimde yağmur yağar. Ve ben her yağmur yağdığında gülleri çiçekleri getiririm eve. "Esir Kokuları" da. Sadece bana onun kokusu fazladır. Mektuplara işlenen bu yolculuk hep yağmur altında geçmekte. Bir çok mısrada yağmurdan bahsedilmekte. Keşke bizde yağmur altında topladığımız güllerin kokusunu paylaşabilecek kadar cömert olabilsek, yağmurun sesini duysak ve söylenmemiş aşklarımızı pencerenin buğusuna yazabilsek. Sen de yağmurun sesini duyuyor musun. Senin yanında da yağmur böylesine sessiz seğirterek mi kemanın tellerine vurur. Orada da pencerenin buğusuna yazılır mı acaba söylenmemiş duygular? Aşk, hasret, güz bizi tek başına heyecanlandıran kavramlar. Ancak bu kavramları Amîda'nın dizelerinden okumak gerçek bir zevk. Ve aşk ikliminde mısraların kanatlarına binerken hem aşk, hem de biz kendimizden geçiyoruz. Kemanın sesi aşk ikliminin melodisidir. Ondandır güz hasretsiz Ve hasret de kemansız olamaz. Hatırlar mısın? Seninle mısraların kanatlarına binmiştik. Aşk kendinden geçmişti, yağmur altında. Ve her iç çekişte tüm dağlar çeşmeye kavuşuyordu.

Yeni bir doğum Acı, endişe, ve özlem bir ananın Hawar'ına yükleniyor. Ve her inleme yeni bir doğum, boşaltılmış köyden akan öykümüzdür. Aslında tema savaş teması değil, savaş temasının yarattığı insan teması var şiirde. Yaratılan bir şiir değil, bir savaş mahlukatının şiire kazandırılmasıdır. Ve kırgınlık vardır. Aşkına değil, sevdasına değil, (çünkü onunla beraberdir) O, kendisini soğuk hissettiren savaşın gölgesine kırgındır. Bir rüzgâr sesi, Samanyolu'ndan kan damlıyor ve bir ananın sesi ölüyor. Bu akşam şehir donmuş Hangi kapıya vurdumsa kendimi soğuk Hangi kapıya vurdumsa kendimi soğuk Biz çakallara kaldık ve aslanlar yok artık. Eğer sen gelirsen Gelecek çocukluğumuzun fotoğrafı, bu şehrin aşk notalarının senfonisidir. Eğer sen gelirsen örüklerinin siluetinden örecem lal olmuş kelimelerin ipini. Her inlemenle yeni köyler kurulurdu. Boşaltılmış köyün kuruyan deresinden yeni öyküler akardı. "Hiç kurulmadı" demek istiyor. Gece tütsüleniyordu. Yakılan köylerimiz ve de hayallerimiz gibi. Ve ağlama çalınmıştır göğümüzden. Kim bilebilir ki Kewê'nin hayalinin yakılması, binlerce köyün yakılmasından daha acıdır. Hiç olmaktır hayallerin yakılması. Ölümdür. Artı yürek yükleyemiyor canlı bedenleri, ağlamayı çaldığın gecede. Köyün otantik yaşamı. Derelerde yıkanma ki, bizde ilkbaharda derelerde kurulan kazanların suyu ile yıkanarak büyüdük. Şaire göre işte bu derelerde yıkanmalarda kalan iki tel kınalı saç ancak "yüreğimizi tutabilir" ve insanları ölüm tadında dolaştığı topraklarda ayakta tutabilir. Sadece gözyaşım, gözyaşım kirpiklerinde çatlıyordu. Hiç olmasa derelerde yıkanmalardan kalma iki tel kınalı saçın, hani gönül "yüreğimi tutabilen" den. Gelme! Ölümün bir tetik çekiş kadar yakın olduğu ülkeye. İnsanların dilinde ölü toprağın tadı dolaşıyor. Tüm hücrelerimde yalnızlığı hissediyorum. Ve şimdi kalkıp bir şiir yazsam senin için, sen gelmeyeceksin biliyorum. Üstelik Yağmur da yağmak üzere. Dört bin kere kentin ilahlarını uyandırmadan çıktık.Bazen kuşların göçünde,bazen şarkıların göçünde, bazen de analar bağrına taş basanda. Bir avuç nohut gibi her birimiz bir yere savrulduk. Çırılçıplak. Şimdi çıkacağım. Bu kentin ilahlarını uyandırmadan. Çırılçıplak… Cadde cadde, sokak sokak, kuytulardan toplayacam sıcaklığını, ve de kambur hamalların terini.Ve elbette dönülmez gidişlerin melodisi. Yağmur pıtırcıklarının keyfiyle. İnsan bir şehirden ne zaman göç eder. Kuşların göçünde mi? Yoksa şarkıların…. Ya da anneler bağrına taş basanda Şarkılar…Şarkılar Kevê. Kewê yağmur yağarken, keman çalarken, ay ışığında, gece donarken gelmez ve gözlerini küllerin içinde saklar. Gelmedin, Yoksa sen üç bin yakılmış köyün küllerinde mi sakladın gözlerini, Bu gece ay ışığına parlayan gözlerin öykülerini yaşıyorum. Her öykü şarkısız bir evden başlıyor, gökten kayan notalarla uyumayı öğreniyor ve göğü silkeliyor. Gecenin can çekişleriyle şafağı avucuma çiziyorum. Umut tükeniyor. Şair, acıların rengiyle yarattığı ve gecenin göğsünden sağdığı Kewê'nin ardında yüreğini dişleriyle dikiyor. Çünkü yürek artık yangın yeri. Belki hiç yoktun, bir hayaldin! Öyle bir hayal ki hayalimi esir etmiş. Gecenin, gecenin göğsünden damla damla, seni seni sağmıştım. Acıların renkleriyle seni yaratmıştım. Özgürlük kadar mavi Ve bir yara kadar tatlı Tel tel benim kirpiklerimde tel durur.Yüreğimi ağzımdaki dişlerimle dikiyorum. Tabii sorular ve yanıtları hem şairi hem de bizi acıtıyor. Güz güz, sarı sarı, yaprak yaprak inciniyoruz. Bilmezdim sorular cevaplardan daha derin acıtır insanı. Ve korku! Kahpe kahpe gülmekte Ne kadar çocuğum Seni acırım Umutlarım şehre dökülmekte. Bakarım ne kadar Güz'üm… Evet Kewê Ve şimdi anımsıyorum ki isimsizim. Ve bakarım ne kadar takatsiz.
ÖNCEKİ HABER

'Alemdaroğlu, bilimsel özgürlüğü cezalandırıyor'

SONRAKİ HABER

Ne kadar güz(üm)üz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...