21 Nisan 2004 21:00

Bugün; 'Kürt Gazetecilik Günü'

"Kurdistan" gazetesinin yayımlanmasından 75 yıl sonra Irak Kürdistanı'nda 22 Nisan, "Kürt Gazetecilik Günü" olarak kabul edildi ve o günden bugüne kutlanıyor.

Paylaş
Tarihteki ilk gazeteden 293 yıl sonra Kürtler, 1898 yılında ilk gazetelerine sahip oldular. 1605 yılında Belçika'nın Anvers kentinde "Wettliycke Tiddinghe" isimli Fransızca-Flamanca olarak 15 günlük periyotlarla okuyucusuyla buluşan gazete, tarihteki ilk gazete olarak kayıtlara geçer. İlk Kürtçe gazete "Kurdistan" ise, "El Hîlal" matbaasında 22 Nisan 1898'de Mısır'ın başkenti Kahire'de Bedirxan ailesinin önde gelen üyelerinden Miqdad Midhet Bedirxan tarafından yayımlanmıştır. 15 günde bir yayımlanan gazete toplam 31 sayı çıkmıştır. 10 Nisan 1902'de yayın hayatına son veren gazetenin sayılarının çoğu Kahire'de; bazıları Cenevre'de bazıları da Falkstone'da basılmıştır. 1973 yılında, yani Kurdistan gazetesinin yayımlanmasından 75 yıl sonra Irak Kürdistanı'nda 22 Nisan, "Kürt Gazetecilik Günü" olarak kabul edilmiş ve o günden günümüze etkinlikler yapılagelmiştir. Yurtdışında faaliyetlerini sürdüren "Yekîtiya Rojnamegerên Kurdistanê-Kürdistan Gazeteciler Birliği" de geçtiğimiz yıllarda aldığı bir kararla 22 Nisan'ı "Kürt Gazetecilik Günü" olarak benimsemiştir. 90'lı yılların başında Kürt dilinde yayın yapan ve önemli köşe taşlarından sayılan "Welat" gazetesi -daha sonra çeşitli vesilelerle önce Welatê Me, halen Azadiya Welat olarak yayınını sürdüren- 22 Nisan 1992 yılında İstanbul'da yayın hayatına başlamıştır.

Okura ulaşmaktaki ısrar İlk gazeteden bu yana Kürtler, olumsuzluk ve imkânsızlıklara rağmen binden fazla yayın organı yayımlayabilmiştir. İsveç'te yaşayan Kürt Gazeteci Mehmûd Lewendî, 1998 yılında "Kürdistan Gazeteciliği'nin 100. Yılı" münasebetiyle yapılan etkinliklere sunduğu araştırmasında da bunu kanıtlamıştır: "1898-1998 arasındaki 100 yıllık süre zarfında Kürtler, bin 200 gazete, dergi ve bülten çıkarmışlardır. Bunlardan 730 tanesi çeşitli parti ve örgütler tarafından çıkarılmıştır. Bunlardan sadece 295'i Kürtçe (çoğunlukla Sorani lehçesi olmak üzere Kurmanci ve Dimilki lehçelerinde). Geri kalan yayınlar Türkçe, Arapça, Farsça; bir kısmı da Türkçe-Kürtçe, Arapça-Kürtçe vs. olarak okuyucuyla buluşmuştur. 35 yayın organı ise İngilizce, Almanca, İsveççe, Yunanca, Rusça, Fince vs. gibi yabancı dillerde çıkmıştır. Söz konusu yayınlardan 630 tanesi illegal olarak yayın hayatını sürdürmüştür..."

İdeolojik misyon üstlendi Gazetecilik, Kürtler için sadece mesleki bir çalışma olmadı. Aynı zamanda önemli oranda ideolojik ve siyasi bir misyon üstlendi. Belki de bundan dolayı mesleki açıdan Kürt gazeteciliği yeterince gelişemedi ve hak ettiği yere ulaşamadı. Bütün olumsuzluklara, baskılara, sansüre karşı Roji Kurdistan, Hetawî Kurd, Rojî Kurd, Kurdistan, Helale, Hawar, Niştiman, Gelawej ve Hîwa isimli gazete ve dergiler dönemlerinde önemli merhaleler kat etmiş; kültür, dil ve siyaset alanında üstlerine düşen görevleri layıkıyla yapmış, Kürt aydınlanmasına öncülük etmişlerdir. İstatistikler yurtiçinde ve yurtdışında halen 200'ü aşkın Kürt gazetesinin yayımlandığını gösteriyor. Sadece Güney Kürdistan'da 140 dolayında gazete ve dergiden söz ediliyor; Kurdistanî Nwe, Birayetî, Xebat, Raman, Sixurme, Gelawêj bunlardan sadece birkaçı. Kuzeyde Azadiya Welat, Zend, Rewşenname, Tîroj, Vesta, Nûbîn; Doğuda yani İran Kurdistanı'nda Zirebar, Sirwe, Awêne; Suriye Kurdistanı'nda Pirs, Zanîn; yurtdışında ise Kurd, Peyam, Hîwa, Seko, Kurdistanî İmro, Amara, önemli birkaç isim. Saydığım isimlerin tamamı Latin veya Arap alfabesiyle Kürtçe olarak yayımlanan yayınlar.

Sovyetler deneyimi Kürtlerin yaşadığı bölgeler ele alındığında Ermenistan ve Gürcistan'daki basın çalışmalarını görmezden gelemeyiz. Özellikle 1915 yılları sonrası Ağrı-Kars-Bitlis-Sason ve Van çevresinden Ağrı Dağı ve Aras Nehri'nin öte yanına yani Erivan ve Tiflis bölgelerine yerleşen Kürtler; kültür, sanat ve dil alanlarında, sosyalist Sovyetlerin de desteğiyle büyük aşamalar kaydettiler. 1955 yılında kurulan "Erivan Radyosu Kürtçe Bölümü" yayını kısalmakla birlikte, dinleyicilerine ulaşmayı sürdürüyor. Öte yandan 1930 yılından günümüze tam 74 yıldır aralıksız bir şekilde Kürtçe yayınını sürdüren "Riya Teze" gazetesi Kürtler için haklı bir gurur vesilesi olsa gerek. 1937'ye kadar Latin alfabesiyle yayın yapan Riya Teze, daha sonraları Kiril alfabesiyle Kürtçe yayınını sürdürdü. 2001 ve 2002 yıllarında gazeteyi ziyaretim sırasında Gazetenin 40 yıllık emektarı Emerîkê Serdar, son bir yılda yeniden Latin alfabesine geçiş yaptıklarını anlatıyordu. Elbetteki bu gazetenin dışında, Kafkasya Kürtleri birçok gazetenin daha temellerini atmışlardı. Özellikle son yıllarda Welatê Rojê, Mezopotamya, Dostani ve Moskova'da yayımlanan Axîna Welat bunlardan sadece birkaçı.

Üç ana başlık Genel olarak Kürt gazeteciliğini üç ana başlık altında sıralayabiliriz: Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemleri ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında Kürt gazeteciliği: Bu dönemde özellikle Kürt aydınlarının İstanbul'daki faaliyetleri sonucu birçok gazete ve dergi yayımlandı. Bunlardan en önemlileri; Şark ve Kurdistan 1908, Rojî Kurd 1913, Kurdistan 1918, Jîn 1918. Suriye Kurdistanı'nda 1930'lu yıllarda yaşanan 'Hawar' ve 'Ronahî' dönemi: Celadet Bedirxan tarafından yayımlanan Hawar, Şam'da 1932-1943 yılları arası yayımını sürdürdü. Kürt siyasi hareketi ile ivme kazanan 1990 sonrası dönem; Türkiye'de gelişen 'Özgür Basın' geleneği: Bu dönemde başta Haftalık Yeni Ülke olmak üzere, daha sonrasında günlük olarak yayımlanan Özgür Gündem, Yeni Politika, Demokrasi, Özgür Bakış, Emek ve Evrensel gazeteleri çok büyük baskılara uğradı. Muhabir ve yazarları karanlık güçler tarafından katledildi, birçoğu yaralandı, işkence gördü, sakat kaldı, ağır cezalar aldı ya da sürgün hayatı yaşamaya başladı. Gazetelerden biri bombalandı. İsmini saydığım Türkçe yayımlanan gazetelerin tümü yasaklandı, büyük cezalar aldı ve kapatıldı. Öte yandan benim de yedi yıl boyunca emek verdiğim, 1992 yılında yayın hayatına başlayan Welat, Welatê Me ve Azadiya Welat gazeteleri "Kürtçe Okul" görevini günümüze kadar başarıyla üstlendi. Tüm bu gelişmelere rağmen, Kürt gazeteciliği hiçbir zaman "Sürgün" olmaktan kurtulamadı. Basın tarihinde isim yapmış gazeteler genelde Kahire'de, Şam'da, Stockholm'de, Erivan'da, Moskova'da ve ya İstanbul'da okuyucusuna seslendi. Kürt gazeteciliğinin Diyarbakır'da, Süleymaniye'de, Mehabad'da, Qamişlo'da yeşermesi dileği ile. Nice yıllara!

(*) Gazeteci-yazar - salihkevirbiri@hotmail.com

src=/resim/b1.gif width=5>
Başa dön


Karşı Abant ForumuFatih Polat - Bahadır Özgür Toplantıya katılan kişilerin büyük çoğunluğu 1 Mart tezkeresi sırasında Amerikan'ın yandaşlığını, kalemşörlüğünü, borozanlığını yapıyorlardı. Türkiye'yi savaşa sürüklemeye can havliyle uğraşıyorlardı. Şimdi savaşın Irak'ı, bölgeyi nerelere sürüklediği, nelere malolduğu apaçık ortada.


Tehlikeli bir oyun...

Hüsnü Mahalli* Abant toplantılarından yalnız bir tanesine, Türkiye'de geçen yıl yapılana katılmıştım. O zaman da bu toplantıya katılan çeşitli çevrelerden akademisyen, eski politikacı, diplomat, gazeteci, "entelektüel" kişiler vardı ve bu toplantının gündemi Irak ve Ortadoğu idi. Açıkça söylemek gerekirse şoke olmuştum olaylara yaklaşım biçimlerinden, yüzeyselliğinden, katılanların geleneksel Amerikanvari tavırlarından... Bir yıl sonra şimdi, aşağı yukarı aynı kişilerin Amerika'da böyle bir toplantıyı düzenlemeleri çok enteresan. Bu katılan kişilerin büyük çoğunluğu 1 Mart tezkeresi sırasında Amerikan'ın yandaşlığını, kalemşörlüğünü, borozanlığını yapıyorlardı. Türkiye'yi savaşa sürüklemeye can havliyle uğraşıyorlardı. Şimdi savaşın Irak'ı, bölgeyi nerelere sürüklediği, nelere malolduğu apaçık ortada. Bazı insanların olup bitenlerden ders almayı huy edinmemek istemelerinden kaynaklanan garip bir durum var ortada. Bütün bu olup bitenlere Irak'ta Türkiye'nin 1 Mart tezkeresi sonrasında kazançlı çıktığı ortada iken, Türkiye'yi BOP'un içine yerleştirmeye ve Türkiye'yi bölgeye pazarlamaya çalışıyorlar Amerikan kalıplarıyla. Unuttukları bir şey var: Amerikalılar asla 1 Mart tezkeresini unutmayacaklar. Türkiye'nin ulusal, demokratik iradesiyle ABD küstahlığına indirilen en büyük darbe için intikam alacaklar. Belki de Ortadoğu projesi içinde Türkiye'ye biçilen rol bu intikamın bir parçası.

ABD'nin düşünceleri pazarlanıyor Proje her ne kadar soyut olarak ortadaysa da, Türkiye'yi, Ortadoğu bataklığına Amerikan işbirlikçisi gerici, faşist, dikta yönetimlerin yanına yerleştirmeye çalışıyor. Türkiye buna layık değil. Katar, Bahreyn, Kuveyt gibi bir ülke değil, bölgenin en önemli ülkesi, en zengin ülkesi, kültürü coğrafyası, sanayisi, beşeri gücü ve özellikle 1 Mart sonrası kazandığı onurlu prestijiyle Türkiye, ABD'nin pazarlamak istediği gibi değil. Prestijiyle Ortadoğu'ya örnek olmalı. Bu yüzden Washington'daki Abant toplantısını anlamsız ve tehlikeli görüyorum. Çünkü Amerikalılar bir hafta önce İstanbul'da pazarlamaya kalkıştıkları İslam ve demokrasi toplantısındaki düşüncelerini tutturamayınca farklı yollara başvuruyorlar. İstanbul toplantısına katılanların büyük çoğunluğu ABD tarafından seçilse de İslam ülkelerinde var olan antidemokratik yönetimlerin, geri kalmışlığın genel nedeninin ABD olduğunu, her şeyin suçlusunun ABD olduğunu ortaya koydular. Konferansı düzenleyen ABD'liler için şok oldu bu. Başka yerden moral bulmaya çalışıyorlar. Katar'da "NATO ve Körfez ülkeleri toplantısı" diye NATO'yu Körfez ülkelerine pazarlamak istiyorlar. Başka ülkelerde başka toplantılar yapılıyor. Washington toplantısı bu çerçevede düşünülmeli, Türkiye ABD kalıplarıyla pazarlanacaksa bu kalıp ilgi görmeyecektir bölge ülkeleri arasında. Kendi özgün kişiliğiyle, bölgede presteij kazandı zaten Türkiye. Anti-amerikancı, anti-İsrailci, antiemperyalist tavrıyla bu prejtijini kalıcı hale getirebilir. Irak'a bulaşmaşmış, katil Şaron'a karşı çıkan, İsrail ile ilişkilerini yeniden düzenleyen Türkiye bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirebilir. Türkiye, bölgeyi taşıyabilecek güçtedir. Dolayısıyla Türkiye'yi farklı pazarlamak isteyen herhangi bir girişimin içinde Abant Platformu umarım yer almaz. Öyle bir düşünce içindeyse çok tehlikeli. Çünkü son günlerde ABD'de "ılımlı İslam", "demokratik İslam" gibi kavramlarla Türkiye üzerinden böyle bir yamalamanın tutmayacağının herkes farkında. Dolayısıyla Türkiye hangi biçimiyle olsun böyle pazarlamanın içinde olacaksa, kendi tercihleriyle olmalı. Bu tercihler pratikte uygulandığı biçimde olmalı, kendi halkının beklentilerine ve özlemlerine karşılık verecek demokratik reformları yaparsa bölge ülkelerine örnek olur. Dış ilişkilerde içerde demokratikleşmenin yanı sıra, anti ABD'ci ve İsrailci tavrı ortaya çıkar, diğer farklı pazarlama çabaları tutmaz.

(*) Gazeteci
Bugün yayınlanacağını duyurduğumuz Abdurrahman Dilipak'ın görüşünü, yarın yayınlayacağız.


Fethullah Gülen ve 11 Eylül 11 Eylül 2001 tarihinde Newyork'taki ikiz kulelere yönelik uçaklı intihar saldırısı, yolaçtığı kitle katliamının boyutları itibareyle, siyasi yelpazenin farklı yanlarında bulunan geniş bir kesimin tepkisine neden olmuştu. Ancak, İtalyan gazeteci Orianna Fallaci gibi bir dizi ünlü isim de bu süreçte, ABD'nin 11 Eylül saldırılarını gerekçe göstererek başlattığı Afganistan ve Irak işgallerine meşruiyet oluştarabilecek açıklamalar yaptılar. 11 Eylül saldırılarını eleştirirken buna yolaçan ABD politikalarını da eleştirenlerden farklı olan bu tutuma katılanlardan biri de, "sağlık sorunları" gerekçesiyle 1999 yılından beri ABD'de bulunan Fethullah Gülen oldu. Gülen, 11 Eylül saldırılarının hemen ardından CHA'ya şu açıklamayı yaptı: "ABD'deki bu terör hareketi, yalnız ABD'ye yapılmış bir hareket değil, dünya barışına karşı yapılmış menfur bir sabotajdır." (Zaman, 13/09/2001) Fethullah Gülen, Nuriye Akman'ın sorularına verdiği yanıtlar da "Bin Ladin"i lanetledi, ancak Bin Ladin'in palazlanmasında ABD'nin rolüne hiç değinmemeye de özen gösterdi. Gülen, Nuriye Akman'ın "El-Kaide örgütünün Türkiye ayağı olduğu ortaya çıktı. İşin dini yönünü anlattınız. Bunun başka anlamları da var mı?" sorusuna şu yanıtı verdi: "Dünyada en nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin'dir. Çünkü Müslümanlığın dırahşan (aydınlık) çehresini kirletmiştir. Bir kirli imaj meydana getirmiştir. O korkunç tahribatı bundan sonra biz bütün gücümüzle tamire kalkışsak bile seneler ister. Her yerde değişik platformlarda anlatacağız. Kitaplar yazacağız. Müslümanlık bu değildir diyeceğiz. Bin Ladin, hissini, hevesini İslamî mantık yerine koymuş, canavarlık yapıyor. Etrafındaki adamlar da öyledir. Türkiye'de öyle düşünen insanlar varsa onlar da canavarlığa kilitlenmiş insanlardır. O mülahazayı lanetleriz. (Zaman, 0142004) Gülen bu röportajında da ABD'nın Irak işgaline yönelik ve İsrail'in Filistin'e yönelik politikalarına dair hiçbir eleştirel ifade yoktu. Gülen'in bu tutumu, İslami cenahta eleştiri konusu oldu. Vakit gazetesi yazarlarından Hasan Karakaya, "İsrail ve terör... ABD penceresinden bakınca!" başlığıyla yayınlanan yazısında şöyle dedi: "Hocaefendi'nin; İsrail'i 'barışçı' göstermek için örnekler verip, ardından da 'çok akıllı bir arkadaşı"ndan naklen yaptığı şu değerlendirme; 'Barış organizasyonuna bir Filistinli mani oldu... Gördüm ki, o Filistinli bir silah tüccarıdır... Bu kavganın devamını istiyor... Alışverişi var o işte!' Hepten çıldırıyorum... Kaygım artıyor, saygım azalıyor... Merak ediyorum; çok sevdiği vatanından 'uzak'ta ve 5 yıl önce sığındığı 'ABD'nin penceresi'nden bakınca, böyle mi görülüyor olaylar?.. Zira, buradan bakınca, hiç de öyle görünmüyor!.. Şaşkınım!.. Şoktayım!.. Kafam, karmakarışık!.. " (24 Mart 2004 Vakit) Karakaya'nın "kafasını karıştıran" bu gelişmeler konusunda, İslami gelenekten Türkiye'de bu konuda kafası en açık olan AKP kurmayları ile Fethullah Gülen'di. ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Abromowitz ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken ilk temasını yapan Recep Tayyip Erdoğan ile Abromowitz'in Papa ile görüşmesini organize ettiği Fethullah Gülen, ABD'nin politikalarına uyum bakımından bugün birbirine en çok tamamlayan ikili durumundalar.

(BİTTİ)


Dikkati çekenler! Abant Platformu'nun Washington'da düzenlediği toplantı ile aynı günde başlayan gazetemizdeki "Karşı-Abant Forumu"nda, Büyük Ortadoğu Projesi'nin önemli bir ayağı olan "Ilımlı İslam", "Türkiye Modeli" vb. yaklaşımları "şifreli dilini" deşifre etmek bakımından dikkate değer tespitler yer aldı. Tarihçi Prof. Dr. Taner Timur'un 19. yüzyıldaki "Panislamizm" tartışmalarını hatırlatması, "ılımlı İslam" tartışmalarını anlamanın belki de kilit noktalarından birisi oldu. Zira Timur, o dönemde herkesin kendine göre bir Panislamizm'i bulunduğunu, ancak sonunda en güçlü Panislamizm'in Abdülhamit'in değil, İngiliz emperyalizminin Panislamizm'i olduğunu vurguladı. Yıllardır Ortadoğu ve İslami hareketler üzerine çalışmalar yapan araştırmacı Faik Bulut'un verdiği bilgiler ise oldukça önemliydi. Bulut, "Soğuk Savaş" yıllarındaki "yeşil kuşak" projesine atıf yaparak bugün de benzer bir rolün kimi İslamcı çevrelere biçildiğini söyledi. Özellikle Abant Platformu'nun fikri hamurunu oluşturan Nakşiliğin Nurcu kolunun Orta Asya'daki faaliyetlerini bir kez daha hatırlatarak, Fethullah Gülen ile Pentagon'un nasıl paralel bir siyaset izlediklerini belirtti. Bulut'un söylediği şu sözlerin ise üzerinde tekrar tekrar durulması gerekiyor: "Batı destekli yeni bir irtica 'ılımlı' kılıfıyla Türkiye'ye empoze edilmektedir, Ortadoğu'ya model olarak sunulmak istenmektedir..." Fikret Başkaya da Abant'ı, İsrail-ABD-Türkiye stratejik ittifakı ve emperyalizmin yeni konsepti içerisinde değerlendirdi. Başkaya, Ortadoğu'da yüzyıldır tanık olunan emperyalist politikanın bugün yeni bir ideolojik taarruzuyla karşı karşıya kaldığımızın altını çizerek, Fethullah Gülen'in yeni rolünü de bu çerçevede tanımladı: "Şimdilerde emperyalizmin pis misyonunu meşrulaştırıp-kabullendirmek için, ideolojik bir manipülasyon gerekiyor. İşte 'ılımlı İslam' retoriği bu amaç için peydahlanıyor..." Suat Parlar'ın üzerinde durduğu nokta ise NATO Zirvesi ve Büyük Ortadoğu Projesi idi. Parlar "radikal" bir benzetmeyle ABD'nin "ılımlı İslam" yönelimini, bir çeşit "NATO hilafeti"yle özdeşleştirdi. İslamcı aydınların önde gelen iki ismi, Mehmet Bekaroğlu ve Alev Erkilet'in yorumları ise gerçekten önemliydi. Nitekim Fethullah Gülen ve ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik müdahalelerinin yarattığı kırılmayı görmek bakımından bizce her iki ismin tezleri dikkate değerdi. Özellikle Bekaroğlu'nun "İslamcı kesimlerin AKP'lileştirilmeye çalışıldığı" yönündeki vurgusu ve bunu örnekleriyle anlatması üzerinde durulması gereken bir konu: "BOP'ta Türkiye ve AKP anahtar konumundadır. Filistin'de, Afganistan'da ve Irak'ta işgal var ama bence ilk operasyon Mısır'da yapılacaktır. Müslüman Kardeşler Partisi, AKP olma sinyalleri veriyor, yakında Mısır'da serbest seçim olur ve Hüsnü Mübarek ılmlı İslami parti ile iktidarını paylaşırsa kimse şaşmasın." Türban yüzünden üniversiteden YÖK tarafından atılan sosyolog Alev Erkilet ise Weber ile Ali Şeraiti'nin din üzerine tezlerini referans alarak öğretici bir Abant değerlendirmesi yaptı: "Bir siyaset ya da söylem biçiminin dinle kurduğu ilişki Allah'ın rızasını kazanmaktan çok dünyevi ihtiyaçların karşılanmasına yönelik ise, ben buna araçsalcı dinsellik adını veriyorum. Burada dindarlık ya da dinsel söylem, rızanın kazanılmasına değil, tamamen pratik ve pragmatik amaçlara yönelmiştir... Dinin gerek ve hükümleri bir kez mutlaklığından soyulup görecelileştirildiğinde her türlü müdahaleye de açık hale gelmektedir. Araçsalcı tutuma örnek olarak, 12 Eylül askeri darbesinden sonra gündeme gelen Türk-İslam sentezi tartışmalarını ve 28 Şubat sonrasında gündeme gelen Türk İslam'ı tartışmalarını zikredebiliriz..."

ÖNCEKİ HABER

İşsizliğin fotoğrafı

SONRAKİ HABER

Çocuklar temiz çevre istiyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...