18 Nisan 2004 21:00

Karşı Abant Forumu

Fethullah Gülen'e yakınlığıyla bilinen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından organize edilen Abant Platformu'nun yedinci toplantısını Washington'da yapacak olması oldukça anlamlı.

Paylaş
Fethullah Gülen'e yakınlığıyla bilinen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından organize edilen Abant Platformu'nun yedinci toplantısını Washington'da yapacak olması oldukça anlamlı. Zira, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde gündeme getirilen "İslam ve demokrasi" tartışmaları ile aynı gündeme sahip. Abant Platformu, Ortadoğu'nun demokratikleştirilmesinde BOP'un sunduğu olanakların önemli olduğunu düşünüyor. Ve bu çerçevede de "Türk İslamı", "Türk Demokrasisi", "Türk Laikliği"nin bir model olarak alınabileceğini iddia ediyor. Biz de Abant Platformu'nun bu yaklaşımı ile ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi arasındaki paralelliği, önümüzdeki günlerde gündemi bir hayli işgal edecek olan "Türkiye Modeli"ni, "Karşı-Abant Forumu" başlığı altında, konunun uzmanlarına tartıştırdık...


Johns Hopkins'de 7. Abant Platformu...

Taner Timur 1998 yılından beri muntazaman yapılan Abant Platformu bu yıl önemli bir değişiklikle karşımıza çıkıyor. 2004 yılı toplantısı Amerika'da, Johns Hopkins Üniversitesi'nde yapılacak. Yedi yıldır muntazaman düzenlenen ve her seferinde Türkiye'de büyük yankılar uyandıran Abant toplantılarında devamlı olarak din, laiklik ve demokrasi konuları ele alındı. 19-20 Nisan günlerinde gerçekleşecek olan 7. Abant Platformu'nun konusu da "Demokrasi, laiklik ve İslam: Türkiye örneği" olarak belirlendi. Her kesimden (siyaset, basın, üniversite, bürokrasi) aydınların katılımıyla gerçekleşecek bu toplantıdaki görüşmeleri elbette yakından izleyeceğiz. Fakat bu yıl ortaya çıkan önemli "mekân değişikliği"nin toplantıya hayli farklı bir görünüm kazandırdığını şimdiden söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Önce Johns Hopkins Üniversitesi'nin seçiminin anlamlı bir rastlantı olduğunu vurgulamak isterim. 1876'da kurulmuş olan bu üniversite Amerika'nın ilk modern üniversitesi olarak kabul edilir. Bugün de doğa bilimleri alanındaki bazı fakülteleri (özellikle Tıp Fakültesi) itibarıyla ABD'nin önde gelen bilim yuvalarından biridir. Ne var ki aynı şeyi üniversitenin, siyasal iktidarla yakın ilişkiler içinde olan ve 7. Abant Platformu'nu misafir eden "İleri Uluslararası Çalışmalar Okulu" (SAİS) için söylemek zordur sanıyorum. Halen Francis Fukuyama'nın dekanlık yaptığı bu okul, birkaç gün önce de Afganistan'ın ABD elçisinden "Ulus İnşası" başlıklı bir konferans dinlemişti. 40'dan fazla panelistin katılacağı ve Fukuyama'nın "hoş geldiniz!" konuşmasıyla açılacak olan Abant Platformu ise üniversitenin Web sitesinde "11 Eylül sonrası ortamda Türkiye demokrasisi, Müslümanlığı ve laikliğinin değerlendirilmesi" olarak sunulmuştur. Bu toplantıya katılan panelistlerin, daha toplantı bile yapılmadan, bilgi ve niyetlerini tartışma konusu yapacak değiliz. Fakat bu gibi "uluslararası toplantılar"ın İslam dünyasında çok olumsuz yankılar uyandırdığı ve çoğu kez beklenenin tersi sonuçlar verdiği de ortadadır. Örneğin geçtiğimiz yıllarda California, Michigan, Rotterdam gibi üniversitelerde yapılan bu gibi toplantılar Arap basınında çok olumsuz yankılar uyandırmıştı ve Mısırlı ünlü gazeteci Fehmi Huveydi ağır ithamlarda bulunmuştu. Neo-Con'larla dirsek teması içinde bir üniversite herhalde İslam, laiklik ve siyasal İslam konularını bağımsız bir şekilde tartışmak için ideal bir platform olmaktan uzaktır Toplantıya katılacaklardan Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce, nereden aldığını bilmediğimiz bir yetkiyle, "Türk heyeti"nin benimseyeceği tavrı şöyle açıklıyor: "11 Eylül ve ardından Irak'a müdahale ile gündeme gelen ve bugün Büyük Ortadoğu Projesi ile 'dışarıdan demokratikleşme sağlama' diye ifade edebileceğimiz yeni ABD politikaları hakkında Washington yönetiminin bizim görüşlerimizi dinlemesinin yararı var. Amerika Abant'ta öncelikle bunu yapacağız. Tam da şu sırada Amerikalılara; 'silahla, saldırıyla, kan dökerek istediğiniz dünyayı kuramazsınız, böyle bir dünya bizzat kendi kampınızda bile hüsnü kabul görmeyecektir' diyeceğiz." (Zaman, 16 Nisan 2004) Aşırı bir iyimserliğin ifadesi olarak okuduğumuz bu görüşler dileriz ki gerçekleşir. Ne var ki bu tartışmalar bize, bir ölçüde XIX. yüzyıldaki "Panislamizm" tartışmalarını anımsatmaktadır. O dönemde herkesin kendine göre bir Panislamizmi vardı ve sonunda görüldü ki en güçlü Panislamizm, Abdülhamit'in değil, İngiliz emperyalizminin Panislamizmidir.


Amerikan modeli: Ilımlı İslamcılık

Faik Bulut Abant toplantılarını dünyadaki ve bölgedemizdeki gelişmelerden bağımsız ele almak mümkün değil. Genel anlamıyla bakıldığında, BOP içinde bir rol arayışı var. Bu çerçeveyi aşmıyor. Toplantıyı da bu çerçeveye hizmet eden "ufuk turları" ya da fikir egzersizleri diye algılamak mümkün. Olayın yeri önemli. Washington, neo-conlar tarafından şiddet yoluyla "pax-Amerikana"nın hayata geçirildiği bir merkez. Katılımcılar açısından bakıldığında öteden beri çok hukukluluk, çok kültürlülük (benim anladığım anlamda değil) ve "hoşgörü", "diyalog" sloganlarının teorik altyapısını doldurmaya öteden beri eğilimli olan Türkiyeli ya da Amerikalı akademisyenler. Birkaç aykırı ses olsa da onlar da işin sosu niyetinde kullanılacaktır. Ama esas olarak bence bu toplantı ılımlı denilen, aslında ılımlı değil Amerikan İslamı'na hizmet eden atölye çalışmasıdır. Bunu geriye götürmek de mümkün. 1950-60-70'li yıllara baktığınızda ABD'nin çok temel bir politikası vardı. O da sadece silahla değil fikir ve ideoloji ile yayılmak, dünya çapında ABD hegemonyasını pekiştirmekti. Bunun çok önemli bir ayağı da din idi. Amerikalı büyükelçi, "Atom silahının, askeri gücümüzün yanı sıra, büyük din adamlarından, şahsiyetlerden yararlanmalıyız. Bunlar bize ilham vermeli" diyordu. Bu işin bir yanı. İkinci yanına gelince, CIA eski şeflerinden Paul Henry Doğu Bloku'nun ve SSCB'nin çökmesinden sonra Orta Asya'da, Ortadoğu'da özellikle Amerika'nın siyasi amaçlarına hizmet edebilecek bir İslam modelinden bahsediyordu ve burada da Nakşibendilik tarikatına, sufi tarikatlarına özellikle büyük rol biçiyordu. Ama bunun daha ayrıntısına giderek Paul Henry, Nakşiliğin Nurcu kolunun Orta Asya'da Türki cumhuriyetlerinde kültürel, siyasi, dinsel, ticari faaliyetlerinin Amerikan starejisine büyük hizmetler yapacağını söylüyordu. Bu tasavvufi söylemin, Vahabilik denen "radikal İslam'a" karşı bir set oluşturacağını vurguluyordu. Eski ABD Başkanı Bill Clinton şunu açıkça ifade ediyordu: "Müslüman dünyasının, papalık gibi belirlenmiş, herkesçe kabul edilmiş bir makamı olursa, onu muhattap alırım. Kendisini Beyaz Saray'a davet ederim, beraber politikalar yaparız" diyebiliyordu. Şimdi Fethullah Gülen'in Ortadoğu'yu bilen Amerikalı siyasetçilerle bölge hakkında sık sık fikir alışverişinde bulunduğunu da göz önüne alırsak ve Paul Henry ile Clinton'un söylediklerini düşünürsek, bu Abant toplantıları belli bir çerçeveye oturuyor. Burada amaç, deyim yerindeyse, global terörzme veya Vahabiciliğe, Usame bin Ladinciliğe karşı çıkış görünüyorsa da esasında Amerikan'ın İslam dünyası için biçtiği bir role soyunma ve bunun fikri altyapısını oluşturma toplantısıdır. Bu anlamda biz ılımlı İslam yerine Amerikan İslamı dersek, daha doğru olur. Çünkü ılımlı denen şey Amerika'ya göre ılımlıdır, Amerikan politikalarının önüne set çeken Irakta, Afganistan'da, Filistin'de İran'da Suriye'de Amerikan politikalarını deşifre eden bir siyaset değil kastedilen.

ABD'ye göre ılımlı İslam Amerika'ya göre ılımlı gösterilmeye çalışılan bu İslam aslında bölge halkları için son derece zalim, gaddar olabilir. Çünkü bu tarz İslamcı siyaset Amerika'nın bölgeye yağdırdığı her bombayı dinen meşru sayma yoluna gidiyor, buna dini bir kılıf uydurabiliyor, işgalleri haklı gösterebiliyor. Bunu Türkiye'deki politikayı yürütüp uygulayan siyaset erbabıyla birlikte düşündüğümüzde, Türkiye'yi tehdit eden irticanın da nereden kaynaklandığını, gericilik üretim merkezlerinin nerelerde konumlandığını rahatça görebiliriz. Genelde devlet, özelde CHP ve askeriye klasik bir irtica tanımı yapıyorlar. Oysa mesele Tayyip Erdoğan'ın ya da hükümetin geçmişlerine bakılarak "takiye yaptı mı yapmadı mı" "değişti mi değşimedi mi" ya da "Ömer Dinçer şunu yazdı mı yazmadı mı" türüden söylemlere takılıp kalmak değil. Asıl sorun değişimin ne yönde olduğu, takiyenin din temelli mi yoksa emperyalist temelli mi olduğudur. Şu iyica kavranmalıdır. Türkiye'deki islamcılar dindarlar müminler de artık yeni gelişmeler karşısında ayrışmışlardır. Olumlu olanlar yerli değerlere Mezopotamya Türkiye'nin değerlerine sahip çıkan samimi müslümanlar, İslamcılar da vardır buna karşılık kaderini batıya ve ABD'nin kaderine bağlayan ve artık yerli olmaktan çıkmış islam adına davrananlar da vardır. Karşı karşıya bulunduğumuz olgu global irticadır, mahalli irtica değil. Haçlı ruhuyla bezenmiş bir ılımlı İslam modelidir. Bu anlamda ABD'nin psikolojik harekatına akademik bir çerçeve sunulmaktadır. Bu global irticayı görmeyen Türkiye'deki egemenler üç beş gariban türbanlıyla, çarşaflıyla, dindarla uğraşarak kendilerini irtica ile mücadele eden yılmaz laikler sanmaktadırlar. Oysa tehlikenin odağı burada değil, global irtica ve arkasındaki büyük güçlerdedir. Varsayalım ki, birileri değişip ılımlı İslamcı oldular ve bu anlamda değiştiler. Sormak gerekir: Bugünkü ortamda ılımlı İslam Amerikan destekli midir, değil midir? Saldırgan neoconların, muhafazakârların planının bir parçası mıdır, değil midir? BOP'un cephe ülkesi midir, değil midir? Eğer cevabınız evetse, o zaman bu ılımlı denen İslamcılar Vahabilerden ya da "radikal dincilerden" çok daha tehlikeli bir durum arz etmekteler. Bu açıdan bakıldığında, Kıbrıs'taki Nakşi Şeyhi Nazım Kıbrısi'nin damadı Kabbani'nin Amerika'da bulunması ve "Vahabiciliğe karşı en iyi müttefikimiz Nakşiler, sufiler, tasavvufçular" demesi bunun da Abant toplantılarının ruhuna denk düşmesi, aynı söylemin hükümet kademelerinde de yankı bulması tesadüfi değildir. Ve bu anlamda dinler arası diyalog, hoşgörü, demokrasi, katılımcılık gibi kavramlar içi boşaltılarak ya da çarpıtılarak Washington'da tartışılmaktadır. Bu anlamda batı destekli yeni bir irtica "ılımlı" kılıfıyla Türkiye'ye empoze edilmektedir, Ortadoğu'ya model olarak sunulmak istenmektedir. Bunun demokrasiyle, insan haklarıyla, adalet ve kardeşlikle ilgisi yoktur...

*** Abant Platformu toplantılarının ilki 1998'de "İslam ve laiklik" başlığı altında yapıldı. Abant fikri nasıl doğdu? Zaman gatesinden Faruk Mercan bu soruyu Abant toplantılarını organize eden Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak'a yöneltti ve aldığı yanıtı şöyle aktardı: 1998'de İstanbul'da "İslam ve Laiklik " sempozyumu yapıldıktan sonra, vakıfta bu toplantının değerlendirmesi yapılırken, Afyon milletvekili Gaffar Yakın, "Bu tür toplantıları daha sakin bir yerde, mesela Abant gibi bir yerde yapmak lazım" der. Bunun üzerine Durmuş Hocaoğlu'nun, ortaya attığı "Böyle bir şey olur mu?" sorusuyla gözler, Harun Tokak'a çevrilir. Tokak'ın "Neden olmasın?" demesi, Abant toplantıları için ilk çalışmaları başlatır. Tokak, ilk toplantı için neden "İslam ve laiklik" başlığının seçildiğini şöyle anlatıyor: "Abant'ın o yıl (1998) konu aldığı başlık 70 yıldan beri sancılı gelmiş, İslam ve lakliklik. 1998'de en çok tartışılan konu da buydu. Siyasal İslam tartışılıyordu, laiklik tartışılıyordu. Buna kesinlikle bir açıklık getirilmesi gerekiyordu. Biz de ülkenin bu konuda söz sahibi olan ilahiyatçılarını, akademisyenlerini, bilim adamlarını, bir araya getirdik. Gerçekten de o günün çok sıcak bir konusu olduğundan dolayı, Abant toplantıları çok ses getirdi. Bu yalnızca Türkiye'nin değil, dinle iç içe yaşayan bütün toplumların ortak konusuydu esasında. Dolayısıyla bu tür bir çalışma ses getirdi. Ondan sonra da bildiğiniz gibi, ikincisi, üçüncüsü geldi, şimdi dördüncüsü geliyor." (Zaman 16 11 2000, Röportaj Faruk Mercan) Ancak, hem Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın hem de Zaman gazetesinin Gülen'e yakınlığı düşünüldüğünde bu toplantıların nasıl bir konjenktürde başladığı ve nasıl doğduğu sorularının ayrıca da yanıtlanması gerekiyor. Bu toplantıların gündeme tarih, Fethullan Gülen tarikatı üzerindeki takibin sıkılaştırıldığı 28 Şubat 1997 askeri müdahalesinin hemen sonrasına rastlıyor. Gülen'in 28 Şubat kararlarının ardından düzenlenen MGK toplantılarından sonra sık sık 'sağlık kontrolü' gerekçesiyle ABD'ye gitmesi Gülen'in, özel istihbarat aldığı yorumlarına yol açmıştı. Gülen, aynı zamanda devletin zirvesinde bölünme yaratabilen neredeyse en etkin tarikat durumuna da gelmişti. 28 Şubat'ın sıcak günlerinde Gülen tarikatı mercek altına alındığında ve üzerindeki baskı artırıldığında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, "Gülen cemaatini dışlamayın" anlamına gelen şu açıklamayı yapıyordu: "Takiyye, giderek içtenliğe dönüşebilir. Bu tür dinsel toplulukları, laik demokratik rejimi yıkmak için uğraş verenlerle bir cepheye itmeyelim." (Hürriyet, 1 Temmuz 1999) (Sürecek)

YARIN: Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu, Doç. Dr. Fikret Başkaya, Suat Parlar

ÖNCEKİ HABER

TARIMSAL SANAYİ DE YOK EDİLDİ

SONRAKİ HABER

Ortaklar'da gerginlik

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...