17 Nisan 2004 22:00

Doğu'nun kahramanları KADINLAR

Dünya Yayıncılık tarafından yayımlanan "Doğunun Çıplak Kadınları" faili meçhul cinayetlerin, ölümlerin ve intiharların yaşandığı bir coğrafyada, kadının kendini ve yaşamı değiştirme çabasını fantastik ve gerçekçi bir uslupla anlatıyor. Esas işi belgesel film yönetmenliği olan kitabın yazarı Handan Öztürk, şu günlerde uzun metrajlı film yapmaya hazırlanıyor. Öztürk'le romanı ve yeni film projeleri hakkında görüştük. Kitabın altyapısını hangi fikirler oluşturdu? Doğuya bir belgesel yapmak amacıyla gittim. Ölümlerin, intiharların yoğun olduğu dönemdi. Şu bana hep dokunmuştu; Mezopotamya dünya kültür tarihinde, yaşamın, neşenin, zerafetin doğduğu ve yaygınlaştığı ana cenin. Orda bir hayat şenliği yerine bir ölüm şenliği yaşanıyor ve tam zıddına dönüşmüş durumda. İnsanlar kolaylıkla birbirini öldürebililyor. Faili meçhuller yaşanıyor, savaşlar çıkıyor, yani insanlar hayattan uzaklaşıp ölüme yaklaştılar. Bu dönüşüm neden oldu üzerinde çok durdum. İkincisi ise, belgesel yapmaya gittiğimde beni etkileyen çok kadın motifleri vardı. Bunlardan bazıları, bu ölüm havasına teslim olan, töre cinayetine kurban gidenler, evde sıkışıp kalanlar. Bir de tam zıddı karekterler vardı, bunlarda mücadele edenlerdi. Ama mücadele ederken bizim ortada duran aydınların anlamayacağı bir veri vardı. Bunlar başlarında leçekleri, altlarında pijamaları, üstleride bizim köylü dediğimiz etekleri, İstanbul'da gördüğümüzde çevre kirliği olarak bakıp küçümsediğimiz kadınlar vardı. Bu kadınlar inanılmaz bir biçimde öğreniyorlardı. Kendilerini ve hayatı değiştirmeye çalışıyorlardı. Tiyatroya gidiyor, mitingte konuşuyor ama namazını da kılıyor. Gezen ve araştıran biri olarak en fazla değişim ve dönüşüm enerjisinin buralarda olduğunu gördüm. Kitabın alt yapısını bu iki duygu oluşturdu. Romanınızda konu aldığınız bütün bu kadınlarla yüz yüze görüştünüz mü? Tabiki, intihar eden kadınlar ve genç kızların aileleriyle, kardeşleriyle konuştum. Oradaki aydınlar ve kadın örgütleriyle konuştum. Konuştuklarım arasında sonradan intihar edenler de oldu. Mesela bir tanesi çok trajikti. Zorla amcasının oğlu ile evlendirilmiş. Amcasının oğlundan 7 çocukları olmuş. Sonra genç bir kızı kuma olarak getirmiş onu almış köye gitmiş. Kadın 7 çocukla inanılmaz yoksul. Hayatımda gördüğüm en yoksul bir evde yaşamaya çalışıyordu ama bu yanlış bir cümle. Kadın ölmek istiyordu. 3 kere intihara kalkışmış. Ben geldikten sonra dördüncüsünde başarılı olmuş. Neler hissettiniz o anda? Orada, o kadınla...Elimde teybim ve kameramla odaya girdik. Yanımda yerel gazeteciler vardı. Kadın yorganın altında saklamıştı kedisini. Zaten evde tek eşya yataklar ve yorganlardı. Küçük bir kız diğer kardeşlerine bakıyordu. Yanımdaki yerel gazeteci arkadaşlar durmadan kadına niye ölmek istediğini anlatmak için sorular soruyorlardı. Başını yorganın altında kapatmıştı. Ben bir ara çok rahatsız oldum. Çünkü orda ben o kadının acısını mesleğime ve kariyerime tahvil etmek için elimde teyple beklemekten çok utandım. Sonra kadın yorganı birden açtı. Ve bana çok duygulu baktı. Hiçbir sıfat bulamıyorum bakışlarını anlatmaya. O zaman o belgeseli yapmayacağıma karar verdim ve dışarı fırladım. O artık benim düşüşümün ve kendimi kötü hissedişimin son noktasıydı. Zaten bir hafta sonra intihar eden kadın da buydu. Bölgede kadının adı sık sık töre ve namus cinayetleriyle anılır oldu? Siz ise farklı bir yerden bakıyorsunuz... Töre cinayetleri her zaman vardı. Aslında töre cinayetleri bence giderek azalıyor. Çoğalmıyor. Ama giderek basına daha fazla yansıyor. O yüzden töre cinayetleri diye bir argüman var ortalıkta. Ama tabiki azalmasına rağmen çok ciddi boyutta. Basın bu konuda daha hassas olduğu için sanki bize son dönemlerde töre cinayetleri arka arkaya işleniyor gibi geliyor. Ben orda, bu töre cinayetlerine teslim olan kadın yerine ayakta duran, o tanrıça geleneğindeki güçlü olma, sorgulama, hayatta hakim olan kadın modelini öne çıkarttım. Buda kahramanım Fatma'dır. Çünkü oraya gittiğimde mücadeleye esas olarak kadınlar katılıyor. Onların analıklarıyla ilgili bir problem var. Çünkü doğruyorlar öldürülüyor, doğuruyorlar öldürülüyor. O yüzden ordaki kadınların kahramanlık hikayeleri erkeklerinkinden çok daha güçlü. Araştırma ve gözlemleriniz olmuştur kuşkusuz. Sizce özellikle de kadınlar ve genç kızların ölümü seçmesinin sebebi neydi? Benim izlenimim esas olarak baba ve aile baskısı değil. Şimdi, savaştan ötürü inanılmaz göç oldu. Bu insanlar doğal mekanlarından koparıldılar. Köylerinde kuşlar kadar özgürlerdi oysa. Tarlaya gidebiliyordu, nehirde yıkanabiliyordu, düğüne gidebiliyordu. Yoksul, tutucu veya erkeklere karşı özgür olmayabilir ama kendi sosyal hayatında bir bakıma özgürdü. Fakat savaşla birlikte işte köyler boşaltılınca bunlar varoşlara yığıldılar. Birkere şehre katılamıyorlar. Minübüse binecek parası yok. Şehre gitse yemek mi yiyecek bara mı, internet kafeye mi -bunlar doğuda da çok yaygın- gidecek. Yani şehirede katılamıyor. Kırlarda dolaşan, dağlarda süt sağmaya çıkan kadın veya kız, annesi, babası ve kardeşleriyle yoksul bir evde bir odada hayat mücadelesi veriyor. Ve uzun süre bunlar hep öldürülme korkusu yaşamışlar. Yani sokaklarda durmadan kurşunlar uçuşuyor. Tam bir cenderenin içersinde artık sınırlarını bardağın son damlasına kadar taşıyor. O zaman ne oluyor? Evde küçük bir tartışmadan sonra artık tahammül sınırını aştığı için kendini öldürüyor. Yani olay köylerin boşatılmasından, varoşlara sıkışmaktan ve kadınların normal hayata geçememesinden kaynaklanıyor. Çünkü zaten feodal, ekonomik baskı var. Ama eskiden bu kadar intihar yoktu. İntiharların patlamasının nedeni bu zorunlu göç diye düşünüyorum. Bahsettiğiniz temalar romanınızda da geçiyor... Her gün ölüm var. Bak bugünde bu öldü. Orda cenaze. Orda savaş çıktı o yaralı o hasta. Bana anlatıyorlardı. Hakikâten bir süre dışarı çıkamamış, işlerinede gidememişler. Sürekli olarak bir ölüm argümanı var. Insanlar artık ölümün varyantları içersinde hayatlarını sürdürüyorlar. Şu anda nisbi rahatlama var. Yaşama nerden gireceklerinin bir şaşkınlığı var üzerlerinde. Tabiki uzun bir süreden sonra hayatla bağ kurmakta zorlanmak çok normal. Üstelik o bağ kurmaya çalıştıkları hayatta arızalı. Gerçekçi ve fantastik bir öyküleme tarzı kullanıyorsunuz. Özellikle hitabettiğiniz kesimi düşünürsek bu tarz okuyucuyu zorluyor gibi... Böyle bir problem olabilir ama ben yazarken şöyle okuyucuya göre yazamıyorum. Böyle bir problem taşıdığının farkındayım. Keşke böyle olmasaydı ama okuyucu anlasın diye böyle böyle yapmalıyım diyemem. Çünkü ben yazarım yazma konusunda kendimle samimi olmak ve öncelikle kendimi ifade etmek istiyorum. Yöredeki kadınlarla diyalog kurarken dil problemi yaşadınız mı? Ben köy ensitiüsü mezunu bir babanın kızıyım ve Kürt kökenliyim. Ama köy enstitülerinin bir özelliği vardır. Çok Cumhuriyetçi ve Atatürkçü bir kuşaktır bu. Abimler falan belki bilirler ama babam evde düzgün konuşulması açısından Kürtçe konuşturmazdı. O yüzden ben babam Bingöl'de görev yaptığı sırada sınıf arkadaşlarımdam ve komşulardan kalan kelimelerle onlarla bir iletişim kurabiliyorum. Birde zaten orda sana yardımcı olan insanlar oluyor ve esas diyaloğu onlar kuruyorlar. Onlar sizi nasıl karşıladılar? O güveni vermek hakikaten zor. Bu konuda acı tecrübeleri var ve hiçbir şeyi kapris olarak yapmıyorlar. O güven noktasını yakalayana kadar bayağı savaştım. Bana evini açmaları o insanların bana yardımcı olmalarının savaşını verdim. Çok kolay olmadı. Bu kadınlardan etkilendiğinizi söylemiştiniz... Fatma karakterinde bana ilham kaynağı veren Cemile Ana'dan çok etkilendim. Ayağındaki ayakkabılar yırtıktı ama 24 saat koşturuyordu. İşte komşularının düğün meselesini, parti meselesini...Burda birisine anlatsan o kadar aydın, o kadar hayata karşı sorumlu ve aktif olduğuna inanmazlar. Şu Beyoğlunda geçse denseki bu kadın bunları bunları konuşuyor bunları konuşabilirsin inandıramazsın insanları. Tabiki kitaptaki Fatma Cemile'nin hayatı değil, benim tavsirlerim var. Ama onun ayakkabılarını romanımda kullandım mesela. Onada bir ayakkabı borcum var ayrıca!

Evrensel'i Takip Et