1 Temmuz 2003 22:00
O kadar çok anlattık ki... On yıldır... Olay şöyle başladı, böyle gelişti... Her yönüyle irdelendi, elbette bütün bunlar anlatılacaktı... Çünkü yaşanan bir vahşetti... Hunharca işlenmiş bir katliamdı... Binlerce kez lanetlenecek bir toplu kıyım, insanlığın bittiği, kudurganlığın başladığı sıfır noktası... Buraya nasıl gelindi peki... Sivas katliamı adli bir olay olarak medyada yerini aldı... Ancak olayın gerçek yüzü, Aziz Nesin'in şu sözlerinde gizli... Okuyalım! "Olaydan sonra başsavcı soruyor bana: - Kimden şikâyetçisiniz? ... Siz gerçekten suçlu mu arıyorsunuz? Öyleyse söyleyelim. Türkçeleştirilmiş ezanı Arapçalaştıran kimlerse, onlar suçludur. İmam hatip çıkışlıları devlet kadrolarının içine alanlar kimlerse, onlar suçludur. Kur'an kurslarını açanlar kimlerse, onlar suçludur. Okullarda 'din ve ahlak' dersi adı altında sahtecilik yaparak, İslam'ın salt sünnilik mezhebini zorunlu ders sayanlar kimlerse, onlar suçludur. Diyanet İşleri Başkanlığı'nı, salt 'Sünnilik İşleri Başkanlığı' olarak bakanlığa bağlı ve hükümetin içinde tutanlar kimlerse, onlar suçludur. Bu suçlular saymakla bitmez. Ama kısacası, bu yasaları çıkaran Türkiye Büyük Millet Meclisi ve uygulayan Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri suçludur." Faşizmin ayak sesleri yeni değil... Bağnazlığın da... Son kırk, elli yıldır hazırlandı bu yollar... Bu ülkenin aydını, bu ülkenin sanatçısı, bu ülkenin emekçisi, böylesine adım adım hazırlanan ilkelliğin, cehaletin yollarından yürüyen acımasız kuklaların saldırganlıklarıyla az mı bedel ödediler. Hayır... O gün Sivas'ta hiçbir şey birdenbire, aniden oluşmadı. O vahşete giden yolların taşları senelerce gerici yönetimler tarafından özenle döşendi... Bundandır Aziz Nesin'in öfkesi... Ve bundandır Aziz Nesin'in bu ülkenin efendilerini çok kızdıran söylemi. "Bu ülkenin yarıdan fazlası aptaldır" derken, Aziz Hoca yaşanan karanlığa bir neşter atmıştır... Sivas olaylarında ölen aydınların hepsi Alevi kökenli insanlar değildi. Onun için bazı çevrelerce değerlendirildiği gibi Alevi kökenli vatandaşlara duyulan hınçla yapılan bir katliamdı diyemeyiz... Olayın Sivas'ta olması, çoğunluğun Alevi kökenli olması elbette bu kanıya kapı açıyor... Alevilerin doğasında var olan ilericilik, Alevilerin felsefelerinde var olan güzellik, zaten onların aydın insan olma özelliğini oluşturuyor. Buradan da yola çıkarak diyebiliriz ki, bu bir Alevi kıyımı değil, "aydın" kıyımı idi... Şiire, şarkıya, türküye, semaha, daha güzel bir ülke düşleyen o güzel insan topluluğuna tahammül edememekten kaynağını alan bir kıyımdı... Hepsi Sivas'a gidecek otobüse güle oynaya bindiler... Öylesine aydınlık, öylesine umutlulardı ki... Geride kalanlar anlattı kerelerce... Çünkü onlar türküyü seviyorlardı... Çünkü onlar, insana ulaşmanın en güzel gönül yolu olan semaha durarak selamlıyorlardı evreni, onların mızıkası vardı... Yaramaz bir çocuk gibi, otobüsün içinde mızıka çalarak geziyorlardı. Onların sazı vardı... Kurdu, kuşu, ille de insanı muhabbetle; sazların tellerinden, mızrabından gönüllere akıtıyorlardı dostluğu aşkla, sevgiyle... Onlar bilmiyorlardı böyle vahşetle kucaklaşmış bir sonu... Onlar bilmiyorlardı... Çünkü onlar, o gönül insanları, karıncaları ezmeye kıyamayan kocaman yürekli güzel insanlardı... Ama tarihin sayfaları öyle kirli anılarla dolu ki... Güzeli de imar eden insan... Çirkini de... Kötüyü var eden o zamanlı insan çehreleri, otelin önünde, hepsinin gözleri yuvalarından fırlamış... O gözlerde sadece bir tek istek var... Bir tek şeyi görmek istiyorlar... Kan... Ve resimler, resimlerdeki o kan emicilik... Hiçbir fotoğraf asla o kadar çirkin, çıldırmış insan yüzleri kadar korkunç olamaz... Karşılıklı oturuyoruz sevgili arkadaşım, fotoğaf sanatçısı Gülnaz Çolak'la... Gülnaz Çolak, Sivas'ta o olayın içinde yer alan sanatçılardan birisi... Onu olayın ertesinde, Ankara'ya geldiğinde görmüştüm... Bir acı abidesiydi... Otobüste, Madımak Oteli'nde, söyleşilerde, imza günlerinde bütün arkadaşlarının fotoğraflarını çekmiş ve herkes gibi onların insanlık dışı bir ölümle yok oluşlarının derin acısını ve dehşetini yaşıyordu... Gülnaz gibi, Gülsün Karababa'nın annesinin bir evlat acısıyla, ablası Zeynep Karababa'nın kardeş acısıyla nasıl dağlandıklarını yıllarca çok yakından izledim... Yaşamları bu onulmaz acıya kitlenmiş onlarca acılı aile... Acılı ana, baba, eş, evlat, kardeş... Hepsinin acılarına ortak olmaya çalıştık... Ateş düştüğü yeri yakıyordu elbet... Biz ne denli acılansakta... Onların yüreği bir başka yanıyordu... Hepsi derin izler taşıyorlar ki, anlatacağım şu anı sanırım buna anlamlı bir örnek olacaktır. Madımak Oteli'nden yangını bütün dehşeti ile yaşayan ve son dakikalarda yaralı olarak kurtulmayı başaran sayılı insanlardan birisi de şair dostum Haydar Ünal'dır... Bu olayın izleri yaşamı boyunca bir kez bile onu bırakmadı... Bunu bütün yakınları bilir... Bir pazar öğleden sonrası, sevgili eşinin çağrılısı olarak bir grup arkadaş onlara gittik... Haydar henüz gelmemişti... Ancak eşinin hazırlığı sırasında, bir azizlik oldu ve bir et malesef tavada yanıverdi... Kokusu evde kaldı bir süre... O sırada Haydar eve geldi... Yanmış et kokusunu elbette hemen hissetti... İşte o an çok kötü bir şey oldu, sevgili arkadaşım çıldırmış gibi kendini evin dışına sokaklara attı... Kahrolmuştuk... Hepimiz... Yanık et kokusu... Madımak Oteli... Yanmış insanlar. Günlerce acısını yaşadık bu olayın ve günlerce ağladım... Bir insan, güzel bir insanın çektiği ızdırap... Yaşadığı şok, sevgili küçük kızı İmgesu'nun gözleri önünde... Ve Gülnaz Çolak'la karşılıklı oturuyoruz demiştim... Olayın üzerinden on yıl geçmiş... On koca yıl ve acısı hâlâ ne denli taze... Dün gibi... Ona bir kâğıt, kalem uzatıyorum... Yaz diyorum... On yıl sonra aklına gelenler neler... "1993 yılının 2 Temmuz günü Sivas Madımak Oteli'nde yaratılan katliamın üzerinden tam on yıl geçti. Bugün benim için sanki 2 Temmuz 1993... Çünkü o günü, tek gün bile unutamadım. O gün yaşadıklarımı bu gün sizlere kısaca aktarmak istiyorum. 30 Haziran gecesi büyük bir sevinçle yola çıktığımda, makinemin güzellikler yerine kan ve gözyaşıyla dolacağını aklıma bile getirebilir miydim? Bizler, yani bu ülkenin aydınları, Sivas'a türkü söylemeye, şiir okumaya, sevgiler aşılamaya gidiyorduk... Kimse bilemezdi ki, Sivas'tan sağ dönülmeyeceğini. Etkinliklerin ikinci gününde, günün ilerleyen saatlerinde insanların yanık kokusu yavaş yavaş ortalığı sarmaya başlamıştı. Bulutlar önce gri, sonra siyah ve akşam saatlerinde kızıla dönüşmüştü o gün ve bugün, artık küçük bir tereddüte bile yer yoktu ki, şeriatçılar ve yandaşları cehennem ateşi yakmayı başarmışlardı. Vahşetin sonunda, yazarlar, ozanlar, şairler, oyuncular, sade vatandaşlar diri diri yandılar. Birçoğunu çok yakından tanıdığım canlar, canımdan büyük bir parça gibi kopup gittiler... Sivas'taki korkunç vahşet yıllardan beri şeriatçılığa yapılan yatırımların doğal sonucudur. Yaşanılanlar, Sivas faciası devlet gözetiminde işlenmiş bir cinayettir. Çok söze gerek yok. Olması gereken; bu olayların belleğimizden yitip gitmemesine izin vermemektir. Onları saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyorum..." Burada sözü Sivaslı felsefeci, şair arkadaşım A. Galip'e bırakıyorum, onun da söyleyecekleri var. "Onuncu yılında 2 Temmuz hakkında bu yazıyı yazmaya başladığımda Bayram Balcı'nın (içindeki ormanı tutuşturan bir alevdir Sivas) dizesini anımsadım. Yanan 37 kişinin yanmış sureti gözümün önüne geldi. Şairdi, ozandı, öğrenciydi, ama en önemlisi insandı yakılanlar... Çoğu dostumdu. Doğal olmayan bir ölümle aramızdan ayrılmış olmalarının yanı sıra, onları bir daha görmemek de acıtıyor canımı. Öfkeyi bileyip acıyı yatıştırarak, 2 Temmuz'dan yarım yıl öncesini anımsadım... Çünkü ötesi vardı. 12 Eylül 1980... O dönemin, bir ortaokul öğrencisi olan benim için anlamı okulun tatil olmasıydı... Darbecilerin çözmek için geldiklerini söyledikleri Kürt sorununun ne boyutlara ulaştığını gördük... Şeriatı getirme tehlikesi olarak gördükleri şey ise Konya yürüyüşünden ibaret... Sonradan bu yürüyüşün elebaşıları darbecilerin kurduğu hükümette bakanlıklar yaptılar... Darbecilerin alanlarda naklettikleri ayetlerle, zorunlu hale getirdikleri din dersleri ile imanı tam bir nesil yaratıldı... Terör ve anarşinin ise kimler tarafından ve nasıl yürütüldüğü, en azından Susurluk'tan bu yana ayan beyan ortadadır. Şu artık biliniyor ki, Çorum, Maraş, Sivas katliamlarının sorumluları karakollara sığınıp arka kapıdan gizlice salıverilmişlerdir... Bugün, Sivas katliamının üzerinden geçen on yıl sonra anlıyoruz ki, sınıf bilincimizden başka silahımız yok elimizde... Karşımızda devlet rivali ve onun tebaasınca çıplak gerçekler unutturulmaya çalışılıyor. Yapılan onca kıyım, katliam 'Vakay-ı adliye'den sayılmaktadır... Anlatılan tarih, gerçeklerle örtüşmüyor... Bugün iktidar sahipleri ve yandaşlarının bütün mazaretleri sazlığa haykırılan bir yalandan ibarettir... İşte bu yüzden, sazlıktaki kamışlardan yaptığımız flütleri üfleyerek, 2 Temmuz'u unutmayacağız..." Şöyle söylüyor değerli dost Aydın Çubukçu: "Asıldığı kente, dört yüz yıl sonra çağdaş aydınların beyinleri ve yürekleriyle şanla şerefle bir kez daha girmek isteyen Pir Sultan, bu kez Hızır Paşa'nın kadılarının uyduruk yargılamasına bile gerek görülmeden, bir ip ve bir sehpayı bile hazırlamaya yürekleri yetmeyen zalimlerce, tam korkaklara özgü bir yöntemle yakıldı." On yıl önce Sivas'ta, Madımak Oteli'nde onlarca aydın ateşte semaha durdu, türküler, ateşte ağıtlar yaktı, otuz yedi aydın ateşte anka kuşu olup yeniden doğdular küllerinden... Biz halkız, biz bu ülkenin faşizmine, gericiliğine, azgın şiddetine başkaldırmasını bilen onurlu aydınlarız... Biz anka kuşlarıyız... Bizim inancımız karanlık güçlerin zalim ve zayıf yüreklerini tuz buz edecek denli güçlü... Bizim aydınımız, yani bizim bu ülkenin gerçek efendileri emekçilerimiz, biz aydınlanma yolunda daha çok bedelleri ödemeye hazır korkusuz savaşçılarız... Biz halkız

"Ezilir un geliriz... Bir gider bin geliriz" Belleğimiz 2 Temmuz 1993'ü hiç unutmayacak...

Evrensel'i Takip Et