Zeliha Gürel
Çatışmalar; cesaretin, kayıpların, şiddetin, ölümün birbiriyle karıştığı kavgalar.
Sürgünler; belirsizliğin, bilinmezliğin, yerinden, yurdundan ve insanından koparılmışlığın adı.
Daha nicesi…
Ve bütün bunların bir çocuğun küçücük, masum dünyasına zorla sığdırılması…
Müge Tuzcuoğlu ‘’ Ben bir Taşım’’ adlı kitabıyla işte bu dünyadan ortaya çıkan; küçük bedenlerin taşlar kadar ağır ve sert hayatlarını onların gözünden aktarıyor bizlere.
“Sonra söz onlara verildi;
Babası gerilla olan,
Babası faili meçhul öldürülen,
Kardeşleri gerilla olan,
Babası cezaevinde olan,
Ailesini işkencede kaybeden,
Taş atan,gözaltına alınan, cezaevine giren,
Yoksul olan çocuklar konuştu” diyor Tuzcuoğlu.
Çoğu zaman uzaktan, dinlemeden, bilmeden dolayısıyla hep eksik olarak yıllardır tartışılan savaşa mahkum olan ve bunun sonuçlarına katlanan çocuklara söz çoktan verilmeliydi gerçekten. Bunu başarabilen Müge Tuzcuoğlu’nun kitabı Diyarbakır’da üç senelik bir yaşantının ve bir seneyi bulan yoğun bir emeğin ürünü. Kitapta Diyarbakır’lı 13 çocuk bölgedeki yaşamı her yönüyle anlatıyor.
İnsanın şekillendiği, hayatın en saf ve samimi yaşandığı en güzel yıllardır çocukluk. Fakat bazı çocuklar için bu böyle olmuyor ne yazık ki.
Tuzcuoğlu bu güzelliği yaşayamamış, erken büyümek zorunda bırakılmış çocuklarla konuşmuş.
Soruyor Tuzcuoğlu daha 17 yaşında olan bir tanesine;
Ne anlatırdın ilk başta? (diğer çocuklara)
İlk başta köyümüzün yandığını anlatırdım. Diyarbakır’a gelip çalışmaya başladığımı. Şu anda kendimi sanki 30 yaşındaymışım gibi hissettiğimi anlatırdım. Bu kadar yaşlandığımı… Anlatamıyorum. (syf 28)
Ve bir diğeri;
Peki çocukluğuna baktığında, ne görüyorsun. Ya da aklında ne kalmış oluyor?
Batıdaki bir insana sorsan ne kalmış aklında; ne der; “ailemle pikniğe gittik, şöyle yaptık” der. Ama ben baktığım zaman hep acı gördüm, hep yoksulluk gördüm, hep baskı gördüm. Güzel bir şey hatırlamıyorum. Başka sorsan ne hatırlıyorsun diye; ezildiğimizi, çocukluğumuzu yaşayamadığımı hatırlıyorum. (syf 35)
Evet çocukluğunu yaşayamayan bir nesil yetişiyor savaşın ortasında. Gelecek için planı olamayan, hayal kuramayan, ölümlerle iç içe bir nesil.
Şimdi ne yapacaksın ? (geleceğe dönük)
Bilmiyorum desem. Gerçekten. Bilmiyorum dıştan nasıl gözüküyoruz ama içten gerçekten de karmaşık duygular içindeyiz. Bir taraftan yaşamın sana kattığı zorluklar, bir taraftan mücadelenin sana verdiği haz, bir taraftan bulunduğun ortamın sana verdikleri… karmakarışık. Geleceğe dönük bir düşüncem, planım yok. (syf 130)
Bütün zorluklara inat mücadele eden, umudunu diri tutmaya çalışan çocuklar onlar. İnsanı hayatta tutan şeyin umudu olduğunu çoktan öğrenmişler. Yaşanan zorluklar direnci kazandırmış. Her şeye rağmen direniyorlar. Dayanıyorlar diş ile tırnak ile kalem ile ve evet taş ile!
Çocukların bilinci bir kenara bırakılarak taş atması; televizyonlarda, gazetelerde çocukların bir piyon olarak öne sürüldüğü, kullanıldığı propagandalarıyla tartışıldı ve böyle tartışılmaya devam ediyor. Oysa bıçağın kemikle buluştuğu noktada bir çocuğun da tepkisini ortaya koyabileceği unutuluyor. Çocukların yaşananlara karşı öfkesini dillendirmesi ancak sokakta oynadığı taş ile mümkün oluyor.
İlk ne zaman taş attın?
Ben ilk başta taş atmadım. Bana doğru gelen bir şeyler vardı. Gözümü yaşartan. Belki göz yaşarması gerçekte de oluyormuş gibi geldi. Etkinin tepkisi olarak. Sürekli etrafımda hiçbir yeri göremediğim şekilde bulutlar oluşmaya başlamıştı. Ve artık onun tepkisiyle, çocuksu tepkisiyle ben de taş atmaya başladım.
Bunun altında büyük bir toplumsal mesele vardı. Çünkü hayallerimi bile elimden alıyorlardı. Arkadaşlarımla top oynamama izin vermiyorlardı. Gece yatmama izin vermiyorlardı. Sürekli bağrış çağırışlar. Ev baskınları. Gecelere kadar sokaklarda atılan barış sloganları atmaları. Artık ailelerin kayıp vermek istememeleri. Bunlar beynimde işlemeye başladı. Ve beynimde bir şeyler uyanmaya başlıyordu. İnsanın nerede doğacağı, nerede büyüyeceği elinde değildir. Ben bu olaydan sonra taş attım. (syf 108)
Bütün bu sebeplerden dolayı taş attığı için aslında kendisini, kimliğini ifade ettiği için sırf bunlar için çocukları 52 seneyle yargılayan bir ülkede yaşıyoruz. Tuzcuoğlu’nun kitabı bu haksızlığa, acımasızlığa atılan bir taş aslında.
Kitabın önsözünde Tuzcuoğlu “anlattıklarının anlaşılması, bir yerlere ulaşıp ulaşmayacağı ve yazılanların yetmeyeceği kaygısından” bahsediyor. Kitabı okuduktan sonra bu kaygının haksız olduğu sonucuna varmak zor değil. Tuzcuoğlu konuştuğu çocuklarla görülmek istenmeyeni açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor. Elbette anlatılanlar yaşananların çok azı. Ama bu kadarı bile yetiyor ve ulaşıyor içimize, düşüncelerimize.
Ve bir çocuk kitapla birlikte anlatılmak isteneni şu sözleriyle özetliyor adeta: “son olarak bir şeyi çok iyi anladım. Bahar gelir. Çiçekler doğar. Çiçekleri köklerinden sökersiniz, öldürebilirsiniz ama çiçekler yeniden doğar; o yüzden baharı öldürmek mümkün değildir. Çiçekler ölür ama baharlar ölmez.”
Gelecek baharlarda hiçbir çiçeğin koparılmaması dileğiyle…
Evrensel'i Takip Et