15 Şubat 2003 22:00
Ekmeğe uzanan yolculuk
GÜNÜN YAZILARI
Onların tanıklığını yalnız geceyarısı çalışan çöpçüler yapıyor. Acıkan karınlarını doyurmak için bodrum katından ışık sızan herhangi bir fırının önünde durup kilitli cam kapıyı tıklatıyorlar. Kapı ancak bir süre sonra una ve hamura bulanmış bir el tarafından açılıyor. Selamlaşmanın ardından üzerinde dumanı tüten somunlar el değiştiriyor. Zaten şimdiye kadar birini eli boş gönderdikleri görülmemiş. Her gün binlercesini yaptıkları ekmeği paylaşmak kadar doğal bir şey yok onlar için. 35 bin fırın işçisi, her biri farklı memleketlerden kendi öykülerini taşıdıkları İstanbul'da ekmek davasını da paylaşıyorlar.
Fırınlarda gurbetçilerin sayısı oldukça fazla. Aralarında 6 çocuk sahibi olanda var, bıyıkları yeni terleyeni de, Ağrılı'sı da, Rizeli'si de... Fırınlar da bulunan daracık 8 yataklı koğuşlarda yatıp kalkan işçilerin fırın dışında bir yaşamları yok. Bir zamanlar ekmeklerini çıkarttıkları toprakları terk edip geldikleri İstanbul'da, hayatları hamur karma makinesi ile kızgın fırın arasında geçiyor. Fırının sıcaklığından yaz-kış kısa kollu tişörtlerle çalışan işçiler, kardıkları hamuru şekil alması için makineden geçiriyorlar ve özenle tepsilere ya da küreklerin üzerine diziyorlar.
Ve her gün, binlerce kez tekrarlanan bu işte, işçiler yorgunluklarını; hamurun dinlendirildiği dakikalarda ekmek kasalarının üzerine oturup sırtlarını fırının sıcak duvarlarına yaslanarak atıyorlar. Bu dakikalar aynı zamanda onların dertleşme ve sohbet zamanları oluyor.
Elektrik sigortası - Sigortan var mı? - Ne sigortası. Elektrik sigortasından başka bir şey yok! - Nerede kalıyorsun? - Damla Otel'de. Sabah karanlığında uykulu gözlerini ovuşturduğu eliyle fırının içine açılan, eski, boyaları dökülmüş, dışarıya rutubet yayan kapıyı göstererek "Koğuşumuz şu odanın içinde. Yukarısı sürekli damladığından Damla Otel dedik" diyor. Aziz İbiş Adıyamanlı ve 1972 yılından bu yana fırınlarda çalışıyor. İki bayramdır görmediği 6 çocuğu ve eşi memlekette ondan para bekliyor. Eskiden arada bir gelip çalışıp dönüyormuş. Artık sürekli çalışmak zorunda. Çünkü Atatürk Barajı yapıldığında tüm toprakları su altında kaldı. Can damarının kesilmesi karşılığı Devlet Su İşletmesi'nin ona verdiği para 28 milyon lira. 1972'den beri ücretlerin nasıl eridiğini, hayatın nasıl pahalılaştığını gün be gün biliyor. "Ben işe başladığımda 650 gram ekmek 2.5 liraya satılıyordu. Şimdi 200 gram ekmek 250 bin liraya satılıyor. Günde 15 saat çalışıyorum bize verilen para, para değil artık" diyen İbiş, her şeyin daha da kötüye gittiğini anlatıyor.
Köy boşaltılınca Mehmet Sena Bayrak'ın öyküsü ise 1989'a dayanıyor. Bir yandan fırının içine odunları atıyor, bir yandan da tutuşan odunların çatırtısı içinde İstanbul'a nasıl geldiğini anlatıyor. Bitlis'te köyleri boşaltılıp, oralarda yaşamaları yasak edilince mecbur İstanbul'a gelmiş ve fırınlarda çalışmaya başlamış. Ve daha sonra köyünü hiç görmemiş. Eşi ve 4 çocuğu da İstanbul'da ama yine de bayramı çocuklarının yanında geçiremiyor. Çünkü çalıştığı fırının yakınında ucuza kiralayabileceği bir ev yok. Köye dönmenin serbest bırakılması onun için artık bir anlam ifade etmiyor. Çünkü köylüler geçinmek için hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Ama Körfez Savaşı ile Et ve Balık Kurumu'nun özelleştirilmesi, hayvancılığın yapılmasını neredeyse imkânsız hale getirmiş. Buna rağmen bu işi sürdürenlerin gırtlağını ise tüccarlar sıkıyor. Ev yapmak köyde yaşamaya yetmiyor. Belli bir miktar para gerekli. Bunun kendisinin yapamayacağını biliyor. Köye dönmeyi serbest bırakan devletin ise onlara böyle bir imkân sağlamaya hiç niyeti yok.
Deprem vurdu "Düzceli'yim. Fransa'ya turist diye gittim 1986'dan 1998'e kadar orada fırınlarda gece gündüz çalıştım. Elime bir şey geçmedi. Onca yıl çocuklarımdan, eşimden ayrı kalmak dışında." Muhammet Şahin 51 yıllık yaşamında ekmek neredeyse oraya gitmiş. Pişirici olarak ömrünü geçirdiği fırınlar, hiçbir zaman istediğini vermemiş. Fransa'da olmayınca Düzce'ye gelip çalışmış. Depreme kadar sürmüş bu çalışma. Depremle birlikte işyerleri yıkılan Düzce karanlıklara bürününce, İstanbul'a gelmekten başka çare görememiş. Şahin, ekmekleri fırına bir gün emekli olabilmenin hayaliyle atıyor. Hasan Küçük ise 56 yaşında ve 40 yıllık fırın işçisi 10 yıl önce Kastamonu'dan gelmiş. Fırınlarda 6-7 işçi çalışırken makinanın gelişiyle bu sayının 3'e kadar düştüğünü görmüş. Fırınlarda hiçbir zaman tatil olmadığını da... Kastamonu'da çiftçilikle uğraşıyormuş. Üç ay fırıncılık yapıp geri dönüyormuş. Çiftçilik para getirmez, toprak karın doyurmaz olunca o da temelli yerleşmiş İstanbul'a.
AZERBEYCAN'DAN TÜRKİYE'YE Azer Azergulyeva ve Veysi Karayev Azarbeycanlı iki arkadaş. İkisi de 26 yaşında. Azerbeycan'dan buraya fırınlarda çalışmaya gelmişler. Ayda aldıkları para 300 milyon lira. Yarısını kendileri için harcıyorlar. Kalanını Azerbeycan'a ailelerine gönderiyorlar. Azer Azergulyeva Sovyetler Birliği döneminde 11 yıllık zorunlu eğitimini bitirmiş. "O zaman iyiydi. Baba çalışırdı evdeki herkese bakardı. 18 yaşına gelene kadar devlet para verirdi. Askerden gelince de iş. Zengin fakir yoktu. Herkes aynıydı. Şimdi öyle değil" diyen Azergulyeva, Sovyetler Birliği dağılmasının ardından okula devam edemediği gibi iş de bulamamış. Çünkü 1988 yılında başlayan bağımsız devletlerin kurulmasının ardından hızlanan Ermenistan-Azarbeycan savaşı hem onbinlerce gencin ölmesine hem de ekonominin altüst olmasına neden oldu. Hem Ermenistan'da hem Azarbeycan'da işsizlik ve fakirlik çığ gibi büyüdü. Bu durumu o da biliyor. "Eskiden iyiydi" demesinin nedeni de bu. Babasını aldığı emekli maaşı ise eskiden olduğunun tersine aileyi geçindirmeye yetmiyormuş artık. O da ailesine bakabilmek için İstanbul'a gelmiş. Veysi Karayev ise daha yeni evlenmiş. Daha bir yaşını doldurmayan çocuğunu Azerbeycan'da bırakıp buralara kadar gelmiş. Amacı onlara para yollayabilmek. O, 11 yıllık eğitiminin üzerine 3 yıl Bilgisayar Muhendisliği okumuş. "Programlar yapardık. Sonra savaş nedeniyle okulu bırakıp askere gittim. Tanıdığım olmadığı için iş bulamadım ve Türkiye'ye geldim" diyen Karayev, aldığı eğitime karşılık şimdi fırında hamurkâra yardımcı olarak çalışıyor.
KARDEMİR ÖZELLEŞTİRİLİNCE Karabük 1937 yılında 10 hanelik bir köydü. 1939 yılında kurulan Karabük Demir Çelik Fabrikası (KARDEMİR) ile onbinlerce insanın yaşadığı koca bir kente dönüştü. Ta ki 1994 yılında Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde açıklanan 5 Nisan kararlarına kadar. Özelleştirme uygulamaları çerçevesinde bilinçli olarak zarar ettirilen KARDEMİR, Çiller tarafından 1 lira karşılığında fabrikada örgütlü Özçelik-İş Sendikası ve işçilere devredildi. İşçiler bir süre sonra maddi imkânsızlıklar nedeniyle hisselerini elden çıkardılar. Kent özelleştirmenin acısını işsizlik olarak çekmeye başladı. İşte babadan fırın işçisi olan Ercan Büyükvural da 1988'den bu yana ara ara geldiği İstanbul'a fabrika iyiden iyiye bitirilince 2001'de yerleşmiş. Gelen sadece o değil, Karabük'ten İstanbul'a büyük bir göç olduğunu söylüyor. Patronlara çok kızgın olan Büyükvural "Aylardır oyalıyorlar. Sigortanı yapacağız diye. Yapmamışlar" diyor. Bu süre içinde toprakla da bağlarının koptuğunu anlatan Büyükvural, köyle ilişkilerinin artık kalmadığını anlatıyor.
Elektrik sigortası - Sigortan var mı? - Ne sigortası. Elektrik sigortasından başka bir şey yok! - Nerede kalıyorsun? - Damla Otel'de. Sabah karanlığında uykulu gözlerini ovuşturduğu eliyle fırının içine açılan, eski, boyaları dökülmüş, dışarıya rutubet yayan kapıyı göstererek "Koğuşumuz şu odanın içinde. Yukarısı sürekli damladığından Damla Otel dedik" diyor. Aziz İbiş Adıyamanlı ve 1972 yılından bu yana fırınlarda çalışıyor. İki bayramdır görmediği 6 çocuğu ve eşi memlekette ondan para bekliyor. Eskiden arada bir gelip çalışıp dönüyormuş. Artık sürekli çalışmak zorunda. Çünkü Atatürk Barajı yapıldığında tüm toprakları su altında kaldı. Can damarının kesilmesi karşılığı Devlet Su İşletmesi'nin ona verdiği para 28 milyon lira. 1972'den beri ücretlerin nasıl eridiğini, hayatın nasıl pahalılaştığını gün be gün biliyor. "Ben işe başladığımda 650 gram ekmek 2.5 liraya satılıyordu. Şimdi 200 gram ekmek 250 bin liraya satılıyor. Günde 15 saat çalışıyorum bize verilen para, para değil artık" diyen İbiş, her şeyin daha da kötüye gittiğini anlatıyor.
Köy boşaltılınca Mehmet Sena Bayrak'ın öyküsü ise 1989'a dayanıyor. Bir yandan fırının içine odunları atıyor, bir yandan da tutuşan odunların çatırtısı içinde İstanbul'a nasıl geldiğini anlatıyor. Bitlis'te köyleri boşaltılıp, oralarda yaşamaları yasak edilince mecbur İstanbul'a gelmiş ve fırınlarda çalışmaya başlamış. Ve daha sonra köyünü hiç görmemiş. Eşi ve 4 çocuğu da İstanbul'da ama yine de bayramı çocuklarının yanında geçiremiyor. Çünkü çalıştığı fırının yakınında ucuza kiralayabileceği bir ev yok. Köye dönmenin serbest bırakılması onun için artık bir anlam ifade etmiyor. Çünkü köylüler geçinmek için hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Ama Körfez Savaşı ile Et ve Balık Kurumu'nun özelleştirilmesi, hayvancılığın yapılmasını neredeyse imkânsız hale getirmiş. Buna rağmen bu işi sürdürenlerin gırtlağını ise tüccarlar sıkıyor. Ev yapmak köyde yaşamaya yetmiyor. Belli bir miktar para gerekli. Bunun kendisinin yapamayacağını biliyor. Köye dönmeyi serbest bırakan devletin ise onlara böyle bir imkân sağlamaya hiç niyeti yok.
Deprem vurdu "Düzceli'yim. Fransa'ya turist diye gittim 1986'dan 1998'e kadar orada fırınlarda gece gündüz çalıştım. Elime bir şey geçmedi. Onca yıl çocuklarımdan, eşimden ayrı kalmak dışında." Muhammet Şahin 51 yıllık yaşamında ekmek neredeyse oraya gitmiş. Pişirici olarak ömrünü geçirdiği fırınlar, hiçbir zaman istediğini vermemiş. Fransa'da olmayınca Düzce'ye gelip çalışmış. Depreme kadar sürmüş bu çalışma. Depremle birlikte işyerleri yıkılan Düzce karanlıklara bürününce, İstanbul'a gelmekten başka çare görememiş. Şahin, ekmekleri fırına bir gün emekli olabilmenin hayaliyle atıyor. Hasan Küçük ise 56 yaşında ve 40 yıllık fırın işçisi 10 yıl önce Kastamonu'dan gelmiş. Fırınlarda 6-7 işçi çalışırken makinanın gelişiyle bu sayının 3'e kadar düştüğünü görmüş. Fırınlarda hiçbir zaman tatil olmadığını da... Kastamonu'da çiftçilikle uğraşıyormuş. Üç ay fırıncılık yapıp geri dönüyormuş. Çiftçilik para getirmez, toprak karın doyurmaz olunca o da temelli yerleşmiş İstanbul'a.
AZERBEYCAN'DAN TÜRKİYE'YE Azer Azergulyeva ve Veysi Karayev Azarbeycanlı iki arkadaş. İkisi de 26 yaşında. Azerbeycan'dan buraya fırınlarda çalışmaya gelmişler. Ayda aldıkları para 300 milyon lira. Yarısını kendileri için harcıyorlar. Kalanını Azerbeycan'a ailelerine gönderiyorlar. Azer Azergulyeva Sovyetler Birliği döneminde 11 yıllık zorunlu eğitimini bitirmiş. "O zaman iyiydi. Baba çalışırdı evdeki herkese bakardı. 18 yaşına gelene kadar devlet para verirdi. Askerden gelince de iş. Zengin fakir yoktu. Herkes aynıydı. Şimdi öyle değil" diyen Azergulyeva, Sovyetler Birliği dağılmasının ardından okula devam edemediği gibi iş de bulamamış. Çünkü 1988 yılında başlayan bağımsız devletlerin kurulmasının ardından hızlanan Ermenistan-Azarbeycan savaşı hem onbinlerce gencin ölmesine hem de ekonominin altüst olmasına neden oldu. Hem Ermenistan'da hem Azarbeycan'da işsizlik ve fakirlik çığ gibi büyüdü. Bu durumu o da biliyor. "Eskiden iyiydi" demesinin nedeni de bu. Babasını aldığı emekli maaşı ise eskiden olduğunun tersine aileyi geçindirmeye yetmiyormuş artık. O da ailesine bakabilmek için İstanbul'a gelmiş. Veysi Karayev ise daha yeni evlenmiş. Daha bir yaşını doldurmayan çocuğunu Azerbeycan'da bırakıp buralara kadar gelmiş. Amacı onlara para yollayabilmek. O, 11 yıllık eğitiminin üzerine 3 yıl Bilgisayar Muhendisliği okumuş. "Programlar yapardık. Sonra savaş nedeniyle okulu bırakıp askere gittim. Tanıdığım olmadığı için iş bulamadım ve Türkiye'ye geldim" diyen Karayev, aldığı eğitime karşılık şimdi fırında hamurkâra yardımcı olarak çalışıyor.
KARDEMİR ÖZELLEŞTİRİLİNCE Karabük 1937 yılında 10 hanelik bir köydü. 1939 yılında kurulan Karabük Demir Çelik Fabrikası (KARDEMİR) ile onbinlerce insanın yaşadığı koca bir kente dönüştü. Ta ki 1994 yılında Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde açıklanan 5 Nisan kararlarına kadar. Özelleştirme uygulamaları çerçevesinde bilinçli olarak zarar ettirilen KARDEMİR, Çiller tarafından 1 lira karşılığında fabrikada örgütlü Özçelik-İş Sendikası ve işçilere devredildi. İşçiler bir süre sonra maddi imkânsızlıklar nedeniyle hisselerini elden çıkardılar. Kent özelleştirmenin acısını işsizlik olarak çekmeye başladı. İşte babadan fırın işçisi olan Ercan Büyükvural da 1988'den bu yana ara ara geldiği İstanbul'a fabrika iyiden iyiye bitirilince 2001'de yerleşmiş. Gelen sadece o değil, Karabük'ten İstanbul'a büyük bir göç olduğunu söylüyor. Patronlara çok kızgın olan Büyükvural "Aylardır oyalıyorlar. Sigortanı yapacağız diye. Yapmamışlar" diyor. Bu süre içinde toprakla da bağlarının koptuğunu anlatan Büyükvural, köyle ilişkilerinin artık kalmadığını anlatıyor.
Evrensel'i Takip Et