11 Kasım 2002 22:00

Brüksel'de bir sorumsuz sorumlu!



Avrupa Konvansiyonu Başkanı Valery Giscard D'Estaing, Avrupalıların çoğunun düşünüp de yüksek sesle ifade etmekten kaçındıkları şeyleri açık ve net olarak ifade etti. Eski Fransa cumhurbaşkanı Giscard D'Estaing, Le Monde gazetesine verdiği demeçte, Türkiye'nin Avrupalı olmadığını, kültürel ve dini değerler bakımından uyuşma olamayacağını, Türkiye'nin AB'ye girmesini isteyenlerin aslında Avrupa projesine düşman olduklarını vb. söyledi. Giscard'ın bu sözleri, boş bulunduğu bir anda, "duygularının etkisinde kalarak" söylediğini sanmak, yanılgıdır. Aksine, son derece bilinçli bir biçimde seçilmiş bir zamanda ve zeminde edilmiştir bu sözler. Sözleri söyleyen kişinin kendisi açısından yeni bir durum söz konusu değildir. Giscard D'Estaing, eskiden beri bu görüşleri savunan ve açıkça dile getirmekten de kaçınmayan bir kişidir.

Daha önce de konuşmuştu 1999'daki Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin aday üyeliği kabul edildiğinde de, hemen hemen aynı sözcüklerle buna karşı çıkmış, bunun bir ikiyüzlülük, hem Avrupa'ya ve hem de Türkiye'ye karşı bir haksızlık olacağını belirtmişti. "Türkiye, öneminden bağımsız olarak, topraklarının ve nüfusunun çoğunluğu Avrupa sınırları dışında bulunan, bu nedenle de Avrupa devletleri birliğinde yeri olmayan bir ülkedir (…) Avrupa ülkelerinin yöneticilerinin çoğu, Türkiye'nin birliğe girmesinin, Avrupa projesinin özüyle uyuşmadığını biliyorlar. Bunu, özel konuşmalarda da ifade ediyorlar, ama bir araya geldiklerinde, Türkiye ile çelişkiye girme riskini göze alan yok (…) Amerikalılar, Avrupa Birliği sürecininin hızlandırılması için girişimde bulunuyorlar. Bu onların görevi değildir. Onların Türkiye lehine girişimlerine bakarak biz de, mesela Meksika'nın veya Kanada'nın Amerika Birleşik Devletleri'ne dahil olması için çaba sarf etsek nasıl olurdu? Amerika'nın yaptığı mantıksızlıktır! (…) Eğer Türkiye Avrupa Birliği'ne girecek olsa, Irak AB'nin sınır komşusu olurdu. Bu da başka bir dünyada olmak demektir ki, anlamsızdır!" (Geopolitik dergisi, sayı 69, Nisan 2000, Valery Giscard d'Estaing'le röportaj)

Söyletene bakmalı Ama Giscard bu sözleri söylediği dönemde, sadece emekli bir cumhurbaşkanı sıfatıyla konuşuyordu. Bugün ise, Avrupa'nın gelecekteki kurumsal yapısının omurgasını teşkil edecek olan anayasanın oluşturulması ve kurumların işlevinin belirlenmesi göreviyle yükümlü olan Konvansiyon'un başkanı sıfatıyla konuşmaktadır. Konvansiyon, bir proje hazırlamakla görevli organ olduğu için, AB'nin resmi kurumu sıfatını taşımamaktadır. Yani Giscard D'Estaing'in konumu, tam bir "sorumsuz sorumlu" konumudur. Netameli konulara ilişkin görüşlerin, çoğu durumda, bu türden kişiler vasıtasıyla ortaya atılması ise, neredeyse bir diplomasi geleneği olarak yerleşmiştir.

Klasik argümanlar zayıfladı Zira, bir süreden beri Avrupa Birliği'nin yetkili kurumları ve tek tek üye ülkelerin yöneticileri, Türkiye ile ilişkiler bakımından nazik bir süreçten geçmekteydi. Her zaman bir bahane bulmak mümkün olmakla birlikte, Türkiye'nin üyelik başvurusunu açıktan reddetmek ya da ertelemek için gerekçeler azalmaktaydı. Daha doğrusu, önceden hep Türkiye'nin önüne çıkarılan argümanlar bakımından bir zayıflık yaşanmaktaydı. Türkiye birkaç hamle daha yapsa, Kopenhag Kriterleri olarak bilinen kriterlere üç aşağı beş yukarı uyum sağlayabilecek bir konuma gelmekteydi. En azından kâğıt üzerinde bu böyleydi. Ve kâğıt üzeri, burjuva demokrasilerinde esas olandır, yok değilse ve işin gerçeğine bakılacak olsa, hiçbir Avrupa ülkesinin dört dörtlük demokratik bir yönetime sahip olmadıkları meydana çıkacaktır.

Kapıyı kapama sebepleri Bu durumda, Türkiye'nin AB'ye kabul edilmemesinin gerçek nedenlerini itiraf etmek ve kozları açıkça oynamak dışında pek bir seçenek kalmamaktadır. Türkiye'nin AB'ye kabul edilmemesi için onlarca gerekçe sayılabilir. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır: Birincisi; Türkiye ABD'nin güdümündedir. Avrupa ve İngiltere'nin yanı sıra ikinci bir ABD "ajanı"na ihtiyacı ve tahammülü yoktur. (Nitekim Giscard D'Estaing'in Le Monde gazetesine verdiği mülakattaki en önemli belirleme, bununla ilgili olanıdır. Giscard, Türkiye'yi ABD'nin 'Truva Atı' olarak nitelemekte ve ABD'nin, Türkiye'yi AB'ye sokarak Avrupa hayalini baltalama peşinde olduğunu vurgulamaktadır.) Türkiye, bu denli ABD güdümünde kaldığı müddetçe, AB'ye alınması zordur ya da AB üzerinde ABD vesayetinin tayin edici derecede artmasına bağlıdır. Bugünkü "barış ortamında" bu zor görünmektedir. İkincisi; Türkiye genç bir nüfusa sahiptir ve nüfusu hızla artmaktadır. Yapılan tahminlere göre 15-20 sene içinde Avrupa'nın en kalabalık ülkesi olmaya adaydır. Birçok bakımdan paylaşımın nüfus hesabına göre yapıldığı ve öyle yapılmasının kararlaştırıldığı (Nice Zirvesi'nde) AB'de, Türkiye'nin girmesi halinde dengeler sarsılacaktır. Türkiye, pazarı ekonomik bakımdan istila edilse bile, tümüyle istilayı kabullenecek bir ülke kategorisinde değildir. Tabiri caizse, "yutulması zor lokma"dır. Bu önemli bir sorundur. Üçüncüsü; kültürel ve dini değerler bakımından uyuşmazlık, esaslı değilse de önemli bir etkendir. Sermayenin dininin para olduğu doğru olmakla birlikte, sermayedarlar, kurdukları Avrupa'ya halkların desteğini almak gibi bir görevle de karşı karşıya bulunuyorlar. Türkiye bu bakımdan da sorun teşkil etmektedir. Dördüncüsü; Türkiye, Somali değildir ama, çözülmemiş önemli yapısal problemlere sahip bir ülkedir. Bunların halledilmesi için zahmete girme ve zaman yitirme riski almadan, Türkiye'yi bir açık pazar olarak kullanmak, AB (AB'nin büyükleri) için daha elverişli bir seçenektir. Nitekim bugün yapılmakta olan ve devam ettirilmek istenen de budur.

Türkiye'nin diplomasi atağı Şimdiye kadar Türkiye'nin karşısına hep insan hakları, demokrasi, azınlıklar meselesi, Kıbrıs ve Ege sorunları, idam cezası vb. sorunlar gerekçe olarak çıkarılmaktaydı. Şimdi hem bunları aynı şekilde tekrar etmenin artık pek bir inandırıcılığı kalmamıştır, hem de tüm bu sorunların var olduğu bilindiği halde, Helsinki'de Türkiye'ye aday üyelik statüsü tanınmıştır ve uluslararası hukuk normları gereğince, tanınan statüye uygun adımların atılması gerekmektedir. Mantıklı olan, sürecin böyle gelişmesidir. Türkiye, bu kez işi sıkı tuttu. Tüm hatlarıyla bir diplomasi atağına girişti. Büyük birader ABD de, kendi çıkarları gereğince bu konuda oldukça titiz ve baskıcı davrandı. (Helsinki Zirvesi'nden önce ve bizzat zirve esnasında Clinton'un ve adamlarının Türkiye'nin aday üyeliği yönündeki çabalarını hatırlayalım.)

Asıl hedef ABD Şimdi de Türkiye ve ABD, Avrupa Birliği ülkelerini benzer bir ablukaya almış bulunuyorlar. Giscard D'Estaing'in tepkisi, biraz da köşeye sıkışan vahşi hayvanın pençe atmasına benziyor ve aslında Türkiye'den ziyade ABD'ye yöneltilmiştir. "Türkiye'nin AB'ye girmesini en çok isteyenler, aslında AB'nin düşmanlarıdır" diyerek, açıktan ABD'yi hedeflemiştir. Giscard'ın gözünde Türkiye, ABD tarafından kullanılan, Avrupa tarafından aldatılan bir zavallıdır. Avrupa Konvansiyonu Başkanı Valery Giscard D'estaing'in Türkiye ile ilgili bu çıkışı, her ne kadar resmi onay bulmadıysa da, resmi mercilerle danışıklı olarak yapılmış bir çıkıştır ve bazı şeylerin açıktan tartışılmaya başlanmasına vesile olacaktır. D'Estaing haklı! Açıklamanın yayınlandığı günden itibaren başlayan tartışmalar, bunun göstergesidir. Gerekçeleri ve gerici önyargıları bir tarafa bırakılacak olursa, Avrupalı küstah Giscard, söylediklerinin vardığı sonuç itibarıyla haklı bile sayılabilir. Yani Türkiye'nin, emperyalist büyük devletler egemenliğinde tekellerin Avrupa'sı olarak şekillenmekte olan AB'ye girmekte hiçbir çıkarı yoktur. Bunun için el açıp boyun bükmeye ise hiç gerek yoktur. Türkiye, "kullanılan ve aldatılan zavallı" konumundan çıkıp, her türlü emperyalist bağımlılık ilişkisinden ve vesayetten kurtularak, bağımsız, demokratik ve müreffeh bir ülkeye doğru adım atabilir. Bunun yolunun ise, AB'den geçmediği kesindir.

Evrensel'i Takip Et