Şahsi ve siyasi bir gezi raporu
2 hafta boyunca İstanbul, Van, Diyarbakır, Malatya ve arkadaşım Orhan Akman’ın köyü “Aksüt”
ağustos, ramazan ayı ve yazın tam ortası… bunlar, benim yabancısı olduğum bir ülkede, 17 günlük gezimizin genel çerçevesiydi. Geziyi hazırlayıp planlayan Orhan Akman, hem arkadaşım ve hem de benim gibi sendikacı. İlk 12 senesini Malatya’nın küçük bir köyünde geçiren Orhan Akman aynı zamanda şu an Münih Belediyesinde encümendir.
İstanbul’a vardıktan sonra Orhan’ın ablası Fadime’nin küçük evinde hemen akrabalığın ne anlama geldiğini anladım: Akrabalık anne-baba ve kardeşlerin ötesinde, insanların hayatlarında muazzam sosyoekonomik bir öneme sahip. Gezimizin daha sonraki günlerinde farklı bir akraba grubuyla, “Almancılarla”, tanıştırıldım.
TÜMTIS sendikasından iki meslektaşla yaptığımız sohbette, uluslararası “Global Player”lerde (Tekeller) sendikalar olarak örgütlenmede enternasyonal dayanışmanın ve ortak çalışmanın hayati önemini hemen kavradım. Söz konusu sendika UPS şirketinde önemli bir başarı elde etmiş ve bu işletmede TİS’leri imzalamak üzereyken, yeni bir uluslararası şirket olan Alman DHL firmasında örgütlenme hazırlıkları yapmaktadır. DHL’de örgütleme hazırlıklarına Almanya’daki sendikacılar destek sunacak ve böylece kamuoyunda şirket üzerinde baskıyı artıracaklar.
Sohbetimizde sendikaların örgütlenmedeki aktüel sorunlarını da dile geliyor. Yani, sermaye ve siyasetin, işyerinde insan onurunu nasıl ezdiklerini ve buna karşı çıkanların hapis cezaları dahil nasıl baskılara maruz kaldığını gösteriyor. Türkiye’deki çalışma koşullarının bu derece Orta Avrupa çalışma standartlarından uzak olması herhalde bundan kaynaklansa gerek. İşçi ve emekçilerin bana anlattıkları beni sok etti: Günlük 12-14 saat ve haftanın en az 6 gününde çalışanların bu zor çalışma koşulları sonucu elde ettikleri 300 ile 500 avro arası maaşlar… İşçi sınıfının örgütlenmesinin önünde ayrıca siyasi olarak bölünmüş sendikalar, sınıf hareketini daha da zayıflatıyor. sendikaların, gerekli ve zorunlu bir birleşme ve ortak hareket etme hedefleri ve ihtiyaçları böylesi bir süreç, görünürlerde maalesef yok.
İki gün İstanbul’da kaldıktan sonra, ikinci durağımız olan Van’a geçiyoruz. Ta doğuda ve uzakta olan Van, Iran-Irak sınırında. “Barış, ancak silahsız gerçekleşir” tezinden hareket edenlerin, en geç Van’da dünyaları alt-üst olur. Şehir merkezi, asker ve ağır silahlarla doluyken, ayni zamanda Bölgenin yüksek dağ ve tepelerinde sürekli yapılan askeri kontroller, insanın savaşın tam ortasında olduğu hissine sebep oluyor. Doğu Anadolu’da kaldığımız birkaç gün içerisinde 30’dan fazla insan öldürüldü. İnsanlar, 30 yıldır süregelen ve her iki taraftan da toplam 40 binden fazla ölüye mal olan, bir iç savaşın acısını ve yaralarının izlerini taşımaktadırlar. Hümanist bir insan olarak bunları anlayıp kavramam son derece zor oluyor ve bunları kelimelerle ifade etmem mümkün değil. İnsanların sürekli dile getirdikleri Barış dileklerini anlamamak elde değil. Bunlara bir örnek ise, Diyarbakır’da 2 Ağustos tarihinde, demokratik şekilde seçilmiş yerel siyasetçilere karşı sürdürülen davaydı (Çevirmenin notu: KCK davasında yargılananlarla ilgili Diyarbakır’da yürütülen davalar.)
“Terör örgütüne üye olmak ve teröre destek sunmak” gerekçesiyle 2 yıldan bu yana hapsedilen seçilmiş Kürt yerel siyasetçilere karşı adeta bir “şov dava” yürütülmektedir. Tanık olduğum bu duruşmada, sanki sivil bir mahkemede değil de, askeri bir mahkemedeymişim gibime geldi. Yaklaşık 3 saatlik bir duruşma sonucunda mahkemeye çıkarılan 8 Kürt siyasi tutuklu yüzlerce silahlı asker ve polis eşliğinde tekrar hapishaneye götürüldüler.
Milyonlara ev sahipliği yapan Diyarbakır’da sadece 50 dereceye varan sıcaklıkla boğuşmadım. Ayni zamanda toplumsal çelişkiler ve eksikliklere de şahit olabildim:
İssizlik ve yoksulluk bir tarafta, “yeşil sermaye” sahipleri yeni zenginler diğer tarafta muhafazakar İslamcılarla küresel finans sermayesi yan yana.
Demokratikleşme talebi bir yandan, diğer yandan ise demokratik şekilde seçilmiş ama tutuklu bulunan yerel Kürt siyasetçiler
Gözlemlediğim bu çelişkilere, Diyarbakır’da hem İHD ile hem de son genel seçimlerde yeni seçilmiş Süryani Milletvekili Erol Dora ile yaptığımız görüşmelerde de kanaat getirdim.
Bir sonraki durağımıza otobüsle Diyarbakır’dan hareket ederek vardık: Malatya’nın Aksüt köyü, yani Orhan’ın doğduğu köy. Kayısı hasılatının damgasını vurduğu bu yöre ve köye tam harman zamanı vardık. “Dışarıda” kalan birçok köylü de kayısılarını toplamak için başka şehirlerden gelmişlerdi.
Aksüt; okulu olan ama öğretmeni ve öğrencisi olmayan bir köy. 25 hanelik bu köyde, köylülerin sadece çok azı tüm yıl boyunca köyde kalıyor. Kalan üç-beş ailenin dışında, kendisine has tarzıyla ve bıyık altından gülen köy muhtarı ve onun köy merkezinde bulunan muhtarlık ofisi mevcut.
Orhan’ın yengelerinin birinin evinde geçirdiğimiz zamanda büyük bir içtenlikle misafir edildim. Almanlara karşı olan büyük bir merak vardı ve sabahtan aksama kadar çok özveriyle çalışan insanları gördüm. Ve bu Alman, özünde yukarı Bavyeralı (Oberbayer) olan ben, kırsal yaşamı ve köylü islerini bilirim. Dolayısıyla insanlarla sohbet etmeyi çok isterdim ama maalesef dil sorunum vardı. Sağlığım birkaç gün beni zayıf düşürmeseydi, köy islerinde yardım etmeyi de çok isterdim. Ama tam doğru değil bunlar. Nitekim kendi mal ve mülklerine bakmak üzere köye birkaç “Almancı” da geldi ve beni köyde, ölenlerin hatırasına verilen yemeklerin yanı sıra, evlerine de davet ettiler. Bu arada çok ama çok çalışkan olan kadınlara saygımı dile getirmek istiyorum. Temsilen Orhan’ın ablası Fadime ve yengesi Havva’ya saygılarımı sunmadan edemeyeceğim.
Malatya’dan İstanbul’a uçakla dönmeden evvel, Nemrut Dağı’nı da gezip görmeyi ihmal etmedik. Nemrut’un tepesine çıktığımızda, ne kadar yoğun bir yerde olduğumu kavradım. Fırat ve Dicle arasında 5 bin yıllık insanlık tarihinin kaynak noktasını hissetmek mümkündü. Aşağıya bakışta ise, verimli Hilal Diyarı bölgesi, ve insanlığın ilk kez yerleşik hayata geçtiği ve hem hayvancılık ve hem de tarımla uğraşmaya başladığı yerler… Tepeden bakış ise bir galeri gibi, Yunan ve Pers tanrılarının heykelleri ve onların arkasında ise muhtemelen Kral Birinci Antiochus’un mezarı.
İstanbul’a döndüğümüzde, 3 günlük bir süremiz arta kalmıştı. 3 gün içerisinde bu kocaman metropolü keşfetmek ve gezmek, insanlarla buluşup konuşmak ve yeniden ve yeniden sohbetlerden sonra düşünerek su soruyu sormak: Kürtlerin özgürlükleri ve halk olarak kendi haklarında kendileri karar vermeleri konusunda enternasyonal destek ve dayanışma nasıl olabilir.
1 Eylül uluslararası Barış gününde Münih’te “Alman silahları Türkiye’ye gönderilmesin!” sloganıyla yaptığımız bir miting ve yürüyüşte küçük de olsa bir sinyal vermiş olduk.
*Almanya Ver.di Sendikası Münih Şube Bşk. Yrd.
Almanca’dan Çeviren: Orhan Akman
Evrensel'i Takip Et