10 Temmuz 2002 22:00
Prof. Dr. Sevda Şener
İnsani değerler yaşatılmalı
Tiyatromuzun zor bir dönemeçte durduğu görülüyor: Ne yapmalı? Değer yargılarının değişim geçirdiği günümüzde, bütün sanatlar gibi tiyatro da toplum yaşamındaki işlevini sorgulamak zorunda kalmıştır. En kalın çizgili belirlemeyle, tiyatro sanatının vazgeçilmez görevlerinden biri, temel insani değerleri yaşatmaktır diye özetleyebilir miyiz?
Bu değerlerin neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Asıl sorun, tiyatronun bu görevi, sanatın gereğine ters düşmeden, günümüz gerçeklerine sırt çevirmeden, koşulları görmezden gelmeden nasıl yerine getireceğidir.
Başlangıçtan beri tiyatronun hem bu sanata özgü zevki verebilmesi hem de yararlı olması konusunda düşünce üretilmiş, tiyatronun, hem en geniş anlamıyla eğlendirici olması, hem de toplumu eğitmesi amaçlanmıştır. Klasik anlayışta buna "zevk ve yarar" ilkesi denir. Klasik dönemin en katı anlayışına göre, tiyatro bu görevi oyundaki kötü kişileri cezalandırarak, iyileri ödüllendirerek yerine getirecektir. Daha sonra bu kural yumuşatılmış, kötü olanın kötü olduğunun belirtilmesi, iyinin merhametimize layık olması yeterli görülmüştür. Romantiklerin de gerçekçi yazarların da kendilerini bu türlü kurallarla koşullamadıklarını, fakat eserlerinde topluma doğru mesaj verme konusunda titiz davrandıkları görülür. Bu asal tavır, on dokuzuncu yüzyıl sonunda sanata eğitim görevi yükleyen anlayışa karşı çıkan, sanatın yalnız kendine karşı sorumlu olduğunu ileri süren öncü sanatçılar için de geçerlidir. Modern anlayış, daha iyi bir dünya yaratma idealini benimsemiştir.
Ta ki, modern sonrası dediğimiz, bütün değer yargılarının uygulamada görece olduğu, birbiriyle çelişen pek çok doğrunun bir arada yaşadığı görüşünün geçerlik kazandığı, iyi-kötü, doğru-yanlış karşıtlığının kesinliğini yitirdiği, her seçeneğe imkân tanındığı günümüz kültürüne gelinceye kadar. Bu anlayışın, bir yandan farklı olana, dışlanmış olana yer açarak hayata bakış açımızı genişletirken, bir yandan da değer yargılarında karmaşaya, bulanıklığa yol açtığı bir gerçektir.
Dünya tiyatro pratiğine baktığımızda, aynı ikilemin yaşanmakta olduğunu görüyoruz. Bir yanda sanata tanınmış sınırsız özgürlüğün yaratıcı sanatçıya sağladığı, teknolojideki gelişimin de katkısıyla ulaşılmış ifade çeşitliliği ve zenginliği, öte yanda bu özgürlüğün temel estetik ve etik normları gözden düşürmesinin sonucunda ortaya çıkan derinliksiz, anlamsız gösteriler. Farklı kültürler arasında etkileşim sağlayarak, kalıplaşmış tür ayrımını kırıp yeni ara türler yaratarak, tiyatro dışı metinler arasında dolaşarak belli bir kültür ve sanat birikimine sahip olanlar için özel tatlar üretebilen sanatçılar tiyatroya bir üst düzey incelik kazandırırlarken, onu geleneksel orta halli seyircisinden uzaklaştırma tehlikesi yaratmış, yenilik, özgürlük, farklılık iddiasının altını anlamla besleyemeyen çalışmalarsa göz boyamaktan öteye gidemeyen niteliksiz gösterilerle bu boşluğu doldurmaya, iyi ve doğru tiyatronun yerini almaya başlamıştır.
Ülkemize gelince, oyun yazarlarımızın, yönetmenlerimizin, sahne sanatçılarımızın bir bölümü dünya tiyatrosundaki olumlu ve olumsuz gelişmelerine tümüyle duyarsız durumdalar. Vaktiyle yakaladıkları bir kaç pırıltıyı da yitirdiklerinin farkında olmalılar ki, çareyi denenmiş kalıplara, eskitilmiş duyarlıklara, ezberlenmiş düşüncelere dört elle sarılmakta buluyor, özellikle yeni kuşakların ilgi alanının dışına düşüyorlar. Yeni gelişmeleri izlemeyi başaranlarsa biçimsel denemelerin altını besleyecek genel kültür birikiminden, ince beğeniden yoksunlukları oranında, ilk bakışta gözalıcı görünen, fakat sığlıktan kurtulamayan gösteriler üretiyorlar.
Oyun yazarı, yönetmen, oyuncu, sahne tasarımcısı, besteci olarak kültürel ve sanatsal birikimlerine, yeni bilgilerin ışığında tazelik kazandıran, hem yeni, hem anlamlı, hem derin, hem anlaşılır olmayı başaran sanatçılarımızı bu genellemenin dışında tutuyorum. Onların ürünlerine baktığımda, gevşek oyun yapısı gibi, esnek kurgulama gibi, oyun içinde oyun düzenlemesi gibi, açık uçlu anlatım gibi, göstermeci biçem gibi modern biçimleme tekniklerini başarı ile kullandıklarını, aynı zamanda tiyatro sanatının ana malzemesi olan insan gerçeğine uzak düşmediklerini, etik duyarlık sahibi olduklarını, toplumsal sorumluluklarından ödün vermediklerini görüyorum. Bugün tiyatromuz bu bir avuç sanatçının varlığıyla ayakta durmaya çalışıyor.
Baştaki düşüncemi yineliyorum: Bir değer karmaşası içinde bulunduğumuz şu dönemde sanata düşen görev, asal insani değerlerin, bu değerlere karşı duyarlığın yitirilmesini önlemek olmalı. Yaratıcı sanatçı, didaktik dediğimiz kuru eğiticiliğin tuzağına düşmeden de, modası geçmiş, özünü yitirmiş kalıplara sığınmadan da bunu başarabilir. Yeter ki sanatlar içinde en çok tiyatro sanatının yalnızca insan gerçeğinden beslendiğini, sanatçının bu gerçeği anlama, aydınlatma, hatta daha uygar bir insanlık anlayışına doğru geliştirme sorumluluğu taşıdığını hep aklında tutsun; özgün anlatım yöntemlerini bu uğurda seferber etsin, klasik olandan da, modern olandan da, folklorik, ulusal, geleneksel olandan da, sırf ulusal, geleneksel, klasik, modern, hatta moda olduğu için değil, gerçeği ve doğruyu dile ve görüntüye getirmede ona yeni ifade olanakları sağladığı için yararlanmış olsun.
Yarın: Dramaturg-Yazar Oya Yağcı
Yarın: Dramaturg-Yazar Oya Yağcı
Evrensel'i Takip Et