05 Eylül 2011 08:43

‘Barış’ın mayın döşeli yolları

Son zamanlarda barış, ülkemizde ve dünyada duyulan ihtiyaçtan kaynaklı sıkça tartışılır oldu.Barış sorunu tartışılırken barışa giden yola döşenen mayınları ve barışın nasıl sabote edilmek istendiğine dikkat çekmek istiyorum.Emperyalizmin, nüfuzunu geçirdiği yerlerde emellerine ulaşabilmek için yerel ça

‘Barış’ın mayın döşeli yolları
Paylaş
Rasim Yılmaz

Barış sorunu tartışılırken barışa giden yola döşenen mayınları ve barışın nasıl sabote edilmek istendiğine dikkat çekmek istiyorum.
Emperyalizmin, nüfuzunu geçirdiği yerlerde emellerine ulaşabilmek için yerel çatışmaları nasıl körüklediğini biliyoruz. Şöyle bir geçmişe göz attığımızda; 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, Sivas olaylarında nasıl komplolarla yüz yüze getirildiğimizi hatırlamak, gelecekte daha uyanık ve dikkatli olmamızı sağlayacaktır. Bunlardan izi hâlâ silinmemiş ve daha sonraki provokasyonların nasıl tezgahlandığı konusunda ipucu verecek olan ve bundan tam 56 yıl önce 6-7 Eylülde gerçekleşmiş olaylardan söz etmek istiyorum.
Ancak oraya gelmeden önce şunu belirtmek istiyorum ki: Toplumsal barışı sağlamanın yolu, bazen devletin zaman içerisinde işlediği yanlışlarla yüzleşmesi ve özeleştiri yapmasından geçtiğine inanıyorum. “Ben devletim, yaparım.”  saplantısı hem devletle halkı, hem de ülke içerisinde bir arada yaşamak zorunda olan kitleleri karşı karşıya getirebilmektedir. Bunun için başta devlet şeffaf olmalıdır.
Bakınız; geçtiğimiz temmuz ayında,  Sivas katliamında hayatını kaybedenler anısına 2 Temmuz günü Madımak Oteli önünde her yıl düzenlenen anma etkinliğine valilik izin vermedi. Katliamda hayatını kaybedenlerden Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı, karara tepki göstererek “Sivas 93’ü Anmaya İtirazı Olanlara...” başlıklı yazısında şöyle soruyor:
“Siz ki cumhuriyet tarihinin en insafsız ayaklanmalarından birinin temelinde yatan bu Orta Çağ zihniyetine göz yumdunuz, siz ki bu katliamın ardından adil bir hukuk süreci işletmediniz, sadece kalabalıktan göstermelik olarak topladığınız sanıkları yargıya taşıdınız, ele başlarının örgüt liderlerinin peşine düşmediniz, siz ki ‘sözde’ aranan firari sanıkların T.C. sınırları içinde evlenmesine, askerlik yapmasına, ehliyet almasına olanak sağladınız, siz ki bir insanlık suçunu zaman aşımı ile yüz yüze bırakacak alt yapıyı sağladınız, siz ki 18 yıldır eyleme geçen cehalet ile savaşmadınız, Sivas katliamının ardında kalan karanlıkları aydınlatmadınız! Öyleyse bugün bu insanların senede sadece bir gün -o da kendi başlarına geldiği için- toplanmalarını yasaklayamazsınız. O günü tekrar yaşamak bile ne kadar ağırdır bilir misiniz?​”
Sayın Akatlı’nın 18 yıl sonra hâlâ devletin zan altında olduğunu öfkeyle söylediğini görüyoruz.
Şimdi Akatlı’ya kim kalkıp da “Sen yalan söylüyorsun!” diyebilir? Bırakın özeleştiriyi, devlet hâlâ o günkü provokatif tavrını bugün de sürdürüyor. İnsaf edin, insanların, babasının annesinin, kardeşinin, arkadaşının, gencecik delikanlıların cayır cayır yandığı bir otelin önünde ağlamalarına bile izin verilmiyor. Böyle bir tavırla toplumsal barış sağlanır mı?
Devlet gerek o gün, gerekse sonradan üzerine düşeni ayrımsız yapmış olsaydı, bugün bu şüpheci davranışlar sergilenmezdi.
Geçmişte yaşanılan Çorum ve Maraş olaylarındaki provokatif eylemlerin nasıl tezgahlandığı birileri tarafından defalarca anlatılarak deşifre edildi.
1977 Taksim olaylarında yaratılan katliamda, devletin ilk açıklaması “Maocular saldırdı.” şeklinde değil miydi? Tıpkı 6-7 Eylül 1955’te yaptığı gibi…
6-7 EYLÜL 1955
Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası 1944’te kurulmuştur. Türkiye bu iki kuruluşa 1947’de üye olmuştur. IMF ve DB’nin 1955 yılı sonbahar toplantısının İstanbul’da yapılması kararlaştırılır. O günlerde de Kıbrıs sorunu gündemdedir.
Daha sonraları Yassıada duruşmalarında ortaya çıktığı üzere, Celal Bayar, uluslararası toplantı nedeniyle İstanbul’da bulunan yabancı devlet adamlarına  “Türk ulusunun Kıbrıs konusunda ne kadar duyarlı olduğunu göstermek üzere bir miting düzenlenmiştir.”  demektedir.
İşte 6 Eylülde başlayan o miting kısa sürede gayrimüslim ve Rum vatandaşların canlarına ve mallarına karşı kasta ve yağmaya dönüşüyor; sonuçta 73 kilise, 8 ayazma, 2 manastır, 4 bin 340 dükkan, 110 otel ve restoran, 27 eczane, 21 fabrika, 3 Rum gazetesi, 5 Rum kulübü, 2 bin 600 ev tahrip ediliyor (Soner Yalçın, Efendi, s. 478-479).
Yine Hrisantos Mandas adlı papaz haricinde 36 kişinin öldüğü saptanıyor (Özgür Gündem, 7 Eylül 2005).
İnsan, bu olaylar olduğunda IMF ve DB bu olayların neresindeydi? Diye sormadan edemiyor.
Gazeteci-Yazar Fatih Güllapoğlu, Genelkurmay Özel Harp Dairesinde başkanlık da yapmış olan Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’yla yaptığı görüşmede Yirmibeşoğlu’nun:
“6-7 Eylül de bir harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı.” dediğini yazmıştır.
Hal böyle iken bir taşla bir kuş değil, iki kuş vurulmak istenerek olayların sorumluluğu komünistlere yıkılmaya çalışılarak aralarında Aziz Nesin, Kemal Tahir ve Hasan İzzettin Dinamo gibi 43 aydın tutuklanarak yargılanmışlardır. Gerçi ilerleyen süreçte olaylarla bir ilgilerinin bulunmadığı anlaşılmış olsa da bu aydınlar solcu olmalarından kaynaklı cezasız bırakılmamışlardır.
1938’de Nâzım Hikmet’in 28 yıl mahkumiyet yediği Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesinde savcı yardımcısı olarak görev yapan Fahri Coker, 6-7 Eylül 1955 olaylarından sonra kurulan Sıkıyönetim Mahkemesinin başhakimliğine atanmıştır.
Coker, 5 yıl aradan sonra 1960’ta Demokrat Partililer Yassıada Mahkemelerinde yargılanırken verdiği ifadesinde: “Sıkıyönetim Komutanı General Nurettin Aknuz’un sık sık sıkıyönetim hakimleri ile  toplantılar yaptığını ve  bu görüşmelerde bizlere  olayların komünistler tarafından yapıldığını tespit etmemizi söylerdi.” demiştir.  (Sabah, 5 Eylül 2005)
6-7 Eylül olayları, bu topraklarda meydana gelen en trajik olaylardan sadece bir tanesidir. Ama daha da acı olanı,  bu olaylarda devletin sanıldığı kadar masum olmadığı, gizli operasyonlarla iş başında olan “derin devlet”in ve koyu şovenizmle beslenmiş ve harekete geçmeye hazır yığınların bulunmasıdır. Bununla da sınırlı kalmamış, derin devletin bu provokatif eylemleri, başta yukarıda saydığımız olaylar olmak üzere günümüze kadar süregelmiştir.
Bu da sonuçta kaderde, kıvançta birbirinden farkı olmayan, bu ülkeye “vatandaşlık”  bağıyla yürekten bağlı olan insanlarımızın belleklerinde ve yüreklerinde derin izler, güvensiz ve endişeli yarınlar olgusunu bırakmıştır.
Ülke genelinde nerdeyse herkesin geçim sıkıntısı derdine düştüğü, terör söylemleriyle yatıp kalktığı bir dönemde 56 yıl önce devleti yönetenlerin işledikleri “haltın”  bugün tekrar gündeme getirilmesi anlamsız olarak görülebilir. Ama sadece bu olaydan bile yola çıkılarak iç barışa, kardeşliğe giden yolun nasıl mayınlarla döşendiğini bir kez daha hatırlamakta, hatırlatmakta yarar görüyorum. Çünkü bu ülke kaynaklarının büyük bir bölümü savaşa aktarılıyor ve o savaş ki bugüne kadar kimsenin anlamlandıramadığı, içinden çıkamadığı bir hal almaya devam ediyor.
Bunun içindir ki, eğer bu ülke insanları olarak barış içinde ve kardeşçe yaşamak istiyorsak, ayrılıklarımızı değil, ortak yanlarımızı, kavgayı değil, karşılıklı diyalogu tercih etmeliyiz. Büyüklük ya da aşağılık komplekslerine kapılmadan, sorunları çözmenin yollarını aramalıyız. Linç, inkar ve imha politikalarının bugüne kadar kimseye bir yararı olmamıştır. Ne Türk, ne Kürt emekçisinin, ne de başka bir etnik yapıya sahip emekçi kesimin gidecek başka yeri ve ülkesi yoktur; kardeşçe, bir arada, ama birbirlerinin haklarına saygı göstererek yaşamak zorundadırlar.
6-7 Eylülün, Çorum’un, Maraş’ın, Sivas’ın, 1 Mayısın (1977), günümüzde süren savaşın acılarını bir daha yaşamamak ve bu ülkenin tüm kesimleri; Türk, Kürt, Gürcü, Laz, Çerkez, Rum, Ermeni, Alevi, Sünni, dinli, dinsiz olarak kardeşçe ve bir arada yaşamak için, kim tarafından konulursa konulsun, yollardaki bütün mayınları hep birlikte bertaraf etmek dileğiyle…
Kahrolsun emperyalizm…
Yaşasın barış…

ÖNCEKİ HABER

Wallerstein: Jakobenizmin sonu mu?

SONRAKİ HABER

İHD’ye linç başvurusu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...