02 Eylül 2011 08:53

Fordist üretim tarzına ve Keynesçi devlet anlayışına ne oldu?

1929-1930’lu yıllardaki kapitalizmin krizi (büyük buhran) piyasanın kendi kendini düzenleyeceğinin ve devletin görevinin bu “düzen”in güvenliğini sağlamak olduğuna dair burjuva iktisatçıların görüşlerinin buruşturulup çöpe atılmasına neden oldu.Kapitalist devlet bir ekonomik aktör olarak giderek dah

Fordist üretim tarzına ve Keynesçi devlet anlayışına ne oldu?
Paylaş
Göksel Rıza Özkan

1929-1930’lu yıllardaki kapitalizmin krizi (büyük buhran) piyasanın kendi kendini düzenleyeceğinin ve devletin görevinin bu “düzen”in güvenliğini sağlamak olduğuna dair burjuva iktisatçıların görüşlerinin buruşturulup çöpe atılmasına neden oldu.
Kapitalist devlet bir ekonomik aktör olarak giderek daha belirgin biçimde kendini hissettirdi, aksi takdirde kapitalist düzen ayakta kalamazdı. Bu sürecin fikir babalığı Keynes’e düştü. Keynes, devletin “Tüketim eğilimini kısmen vergileme sistemiyle, kısmen faiz oranlarını sabitleyerek ve kısmen de, belki de diğer yollardan etkileyerek yönlendirme görevini” üstlenebileceğini söylüyor, ama bunun ötesinde devletin yönettiği toplumsal tasarrufu “Kamu yatırımlarına yönlendirerek” hem işsizliği azaltma hem de talebi yükseltmekte belirleyici bir rol üstlenebileceğini belirtiyor, “Kamu yatırımlarının tam istihdama ulaşılmasında tek yol olduğunu” ileri sürüyordu. Bu da ancak kontrollü biçimde hükümet bütçesi açığı üzerinden yapılabilirdi. Böylece istihdam büyüyecek, talep artacak ve yükselen refahla birlikte bütçe açığı finanse edilecekti.
Zengin devletler faiz oranını sıfır düzeyine yakın tutarak yatırımları ve dolayısıyla talebi canlandırabilecekleri hesabı yapıyorlar hâlâ. Dört yıldır bu politika işe yaramadı. Sermayenin faiz yoluyla değil fiyatların kırılması yoluyla ucuzlaması gerekirdi. Sorun sermaye kıtlığı değildi. Tam aksine kriz öncesi tıpkı işsizlik gibi kronikleşmiş bir aşırı sermaye fazlalığı söz konusuydu. Sorun, bu aşırı fazla sermayenin mali oligarşinin elinde olağanüstü düzeyde yoğunlaşmasıydı. Krizden çıkmak adına onlara kaynak aktarmak ilk anda bazı iyileştirmelere neden olur gibi görünse de gerçekte sorunu ağırlaştırmaktır. Başka bir işe yaramayacaktı. Faiz oranını sıfırlamak bir yana üstüne borç verseniz, kronik aşırı sermaye fazlalığına bir çözüm bulamadığınız müddetçe bir işe yaramaz, tıpkı batan finans ve sınai tekellerin kurtarılmasının bir işe yaramadığı gibi. Dahası krizden çıkmak bir yana bu tekelleri kurtarmaya soyunan devletlerin kendisi iflasın eşiğine geldi, hem de kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerde.
 Sorunun kaynağı kronik aşırı sermaye fazlalığında. Bu sermaye de mali oligarşinin elinde. Yegane yol, bu aşırı fazla sermayeyi toplumsallaştırmaktır. Ama bu zaten mali oligarşinin ve onunla birlikte kapitalizmin yıkılması demek. Kapitalizmin içinde kalarak ne kronik işsizliği, ne aşırı eşitsizliği, ne de emekçilerin hayat seviyesinin daha da geriye düşmesini önlemenin olanakları yok. Sermayedeki “aşırı fazlalık”, toplumsal ihtiyaçlara kıyasla ortaya çıkan bir fazlalık değil. Bu yeterli kâr oranıyla yatırım olanaklarındaki daralma meydana gelen bir fazlalık. Ortalamaların üzerinde artı kâr elde etmek için sermaye yoğunlaşır ve merkezileşir. Sermaye yoğunlaşıp merkezileştikçe ortalama kâr oranı düşer. Ortalama kâr oranı düştükçe sermaye daha da yoğunlaşıp merkezileşir. Kapitalizmin devresel krizleri sermayenin bu yoğunlaşma ve merkezileşmesinin sıçrama tahtalarıdır. Son birkaç yıldır sermayenin merkezileşmesi öyle bir düzeye erişti ki, aşırı sermaye fazlalığı krizle ortaya çıkan bir durum olmaktan çıkarak kronik bir nitelik aldı. Bundan dolayıdır ki merkezileşme ve yoğunlaşma düzeyinde yeni bir sıçrama kapitalist gelişmeye itilim sağlamaya yetmiyor. Şirketlerden sonra hükümetlerde de görüldüğü gibi iflas kaçınılmaz.
Bundan ötesi ekonomik değil politik bir süreç. İşçiler, emekçiler ve en çok da onların gençliği için tek yol sermayeyi ve burjuva devleti toplumsallaştırmak. Bu da ancak birinin sermaye niteliğine, diğerinin burjuva biçimine son vermekle mümkün. zenginler için tek yol emekçilerin kafasını ezerek onlara boyun eğdirmek. Hükmü sınıf mücadelesi verecek. Kapitalizm ve onun burjuva devletinin iflası kadar ezilenlerde bu yönde bir bilincin oluşması da kaçınılmaz bir süreç. İngiltere’de yaşanan ayaklanma bu bilincin hangi biçimler altında uç verebileceğine canlı bir örnek. Bilhassa 1950’li yıllardan sonra, Keynes’in teorize ettiği biçimde devlet tüzel kişiliğe bürünmüş bir sermaye olarak kapitalizmin burjuva sınıfın genel çıkarına yeni bir genişleme evresine girmesinde belirleyici rol oynadı. Önceki dönemde sermayenin kaldıracı olan devlet toplumun ortak tasarrufunu sermaye olarak kullanan en büyük kapitalist aktörlerden biri haline geldi. Elbette bu, kapitalist devletin özel sermaye tekelleriyle rekabet amacına değil “Özel sektörle iş birliği” yaparak, “Sermaye kıtlığı ortadan kalkıncaya kadar sermaye hacmini artırma amacına” yönelikti. (Keynes, Genel Teori) Bir başka deyişle bu, bankaların ve sınai tekellerin kâr oranının düşüklüğü ya da sermaye yetmezliği nedeniyle yatırıma yönelmediği alanlara devletin yatırımcı olarak girmesi demekti.
      Keynes’in devletinin miadının dolduğu 1973-74 krizi ile açığa çıktı. Uluslararası süper tekellerin güç ve etkinlikleri büyümüştü. “Sermaye kıtlığı” yerini aşırı sermaye fazlalığına bırakmıştı. Artık yatırımcı kapitalist devlet aradan çekilmeli, finans ve sınai yatırım üzerindeki devlet kısıtlamaları ortadan kaldırılmalıydı. Kısacası ekonominin kontrolü bütünüyle, mali oligarşiye bırakılmalıydı. Devletin ekonomik düzene dair asıl görevi toplumsal tasarrufları tekellerin doğrudan hizmetine sunacak yöntemler geliştirmek olmalıydı. Devlet kapitalizminin tasfiyesi, emekçilerin toplumsal kazanımlarının “sosyal devlet”in tasfiyesi ile birlikte yürütülmeliydi. Şimdi “özelleştirme, serbestleştirme, esnekleştirme, küreselleşme devri” idi. Kapitalist emperyalizm kendini yeni koşullara göre yeniden örgütlüyor, emperyalist küreselleşme boy veriyordu.
Tüm bu girişimler kaçınılmaz olarak devletin “Toplumun ortak çıkarlarının politik ifadesi” olduğuna dair zenginlerin yalanının, emekçi toplum nezdinde devletin sınıflardan görece özerk ve ortak toplumsal işlevlerin cisimleşmiş varlığı olduğuna ilişkin yanlış algılamaya, duyu yanılmasına (yanılsama) sebep olan koşulların giderek maddi temelini yitirmesi anlamına geliyordu. Bundan dolayıdır ki politik, sosyal ve ekonomik işlevleri ile gitgide doğrudan tekellerin aletine dönüştürülen devletin toplumun üstünde “özerk” bir güç değil, emekçilerin karşısında onların çıkarına “karşıt” bir kuvvet olduğu gerçeğinin emekçilerin toplumsal bilincinde giderek derinlere kök salması da kaçınılmazdı. Zenginlerin devleti sömürülenler nezdinde “yabancılaşması”nı yitiriyor, onların karşısına gerçek özüyle, yadsınarak aşılması gereken bir “karşıtlık” olarak dikiliyor.
Ve fakat bu dikilmenin kaçınılmaz sonucu olarak Fordist üretim tarzı da Keynesçi zengin iktisadı da tarihin çöp tenekesine atılarak kapitalist üretim tarzı kendini yeni ,yeniden üreterek var etmeye kaçınılmaz iflasını ötelemeye çalışıyor.

*Eğitim Emekçisi

ÖNCEKİ HABER

Hatay’da hafif şiddetli depremler halkı tedirgin etti

SONRAKİ HABER

Başkent Ankara’ya bir makyaj daha!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa