Kaf dağının etrafında bir muamma
Alberto Mussa’nın bir cahiliye dönemi şiirinden ilham alarak yazdığı Kaf Muamması romanı, çöllerde süren uzun bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Brezilya’nın önemli yazarlarından biri olan Alberto Mussa’nın Türkçe’ye çevrilen ilk kitabı Kaf Muamması’nda, hikayesini çok rastlanmayan bir şekilde üç farklı koldan anlatıyor. Önsözünde kurduğu dialogla okura hikayesine dair okuma önerileri veren yazar, yirmi sekiz bölümden oluşan hikayeleri Arap alfabesinin yirmi sekiz harfine göre adlandırıyor. Mussa’nın önsözde özellikle altını çizdiği arasözler, ana hikayeden ayrı ama ana hikayeyi besliyor. Parametreler için ise, “İslam öncesi kültürü ve hikâyeyi çevreleyen mistik evreni daha yakından tanımak” isteyenlere kaynak olacak nitelikte.
NECİP DEDENİN PORTEKİZCE ANLATTIĞI ARAP ŞİİRİ
Lübnan asıllı yazar Alberto Mussa’nın Kaf Muamması, coğrafi, kültürel ve siyasi olarak çok sert bir dönemde, Cahiliye döneminde geçiyor. “Erkeklerin atlardan daha soylu ve kısrakların kadın güzelliğini kıskandığı zamandır” diyerek bu dönemi tanımlayan Mussa, çölün karmaşık yaşamına götürüyor okuru. Albert Mussa, Kaf Muammasının peşine düşmesini kitabında şu sözlerle anlatıyor:“El-Gataş efsanesini daha ufacıkken, Campos dos Goytacazes’de, Formosa Sokak’taki büyük evin arka bahçesinde kalan eski tekstil fabrikasında, dedemin sallanan sandalyesinin ayaklarının dibinde otururken öğrendim. Yaşlı Necip, Kafiye’nin fikrimce kendi uyarlamasını bana Portekizce anlatırdı.” Dedesinin anlattığı bu şiir yıllarca kafasına yer eder. Mussa, şiirin yazılı halini bulabilmek için beş bin kitabı elden geçirir ama sadece birkaç sayfa bulur. Klasik Arapça, İbranice, Süryani lehçelerini hatta “epigrafik ve soyu tükenmiş bir Yemen dilini” öğrenen Mussa, Orta Doğu arkeolojisi öğrenir. Suriye ve Arabistan çöllerinin coğrafyasını, Bedevi halkbilimini, İslam öncesi şiir sanatını araştırır.
ARAPÇA VE ARAP ŞİİRİ
Yarub, milattan önce Arapça’yı icat ettikten sonra, her bir kelimenin eşanlamlı başka kelimelerini üretmeye çalışır. Ölmeden hemen önce “eşanlamlı kelimelerin varlığına inanmıyorum” diyerek bu amacından vazgeçer. Çünkü bu dilin kullanımı bir tür benzetmelerin çağrışımıyla uygulanır. Örneğin, vaha-göz; her ikisinden de su geldiği için aynı adı almışlar. Fakat bu benzetmeler günlük yaşam içerisinde kullanıldıkça bir çok karmaşaya sebep olduğundan kullanılmaktan vazgeçilir. Yüzyıllar içerisinde bu ilerleme ve gerileme yaşayan Arapça’da şiire verilen değer çok büyüktür. Albert Mussa, bu dönemdeki şiir ve çöl şairini,“şimdiye dek hiçbir dilde ve hiçbir yüzyılda ulaşılamayan düzeye çıkaran çöl şairlerinin en görkemli zamanıdır” diyerek tanımlıyor.
Alberto Mussa, Kaf Muamması’nda, İslamiyet’in kabulünden önce, Cahiliye Dönemi’nde Arap şiirini oluşturan yedi şair ve bu şairlerin Kâbe duvarlarına asılmış yedi kasidesini ‘Muallakat-ı Seb’a’ yani ‘Yedi Askı’yı sorguluyor. Bahsedilen dönemde şairlerin mısır ketenlerinin üzerlerine yazdığı bu şiirler, Arap şiirinin ilk örnekleridir. Alberto Mussa’nın Arap alfabesinin 28 harfinden alan romanındaki bölüm başlıklarıyla bu sorgulamasını sürdürüyor. Şair, El-Gataş’ın “Kafiye el-Kaf” şiirinin ‘Yedi Askı’ şiirlerine ait olduğunu söylüyor.
HER KAHRAMAN BİR ŞAİR, HER ŞAİR BİR KAHRAMAN
Cahiliye dönemi Arap şiirini araştıran yazar, tüm çalışmalarını ve bulgularını hikayesine katıyor. “Birçok bilgin için, bilinen en eski Arap şairi, aslında el-Gataş değil, İmruü’l Kays’tır diyor ve iki şairin yaşamlarını ve eserlerini karşılaştırıyor.“El-Kays, Kinde kabilesinin güçlü liderinin oğluydu; el-Gataş’ın babası ise bilinmez. El-Kays tek bir kadın figürüne odaklanmaz; el-Gataş’ta ise Leyla saplantısı vardır.” Diyen Mussa bir başka karşılaştırmayı da yine el-Gataş ve Antere üzerinden yapıyor. İki şairin eserlerini arasındaki farkları şöyle açıklıyor: “Antere kahramanların en büyüğüydü; el-Gataş ise şairlerin. Ve Araplar arasında her kahraman bir şair, her şair bir kahramandır.” Alber Mussa, Kafdağı efsanesinin yanı sıra, Arap coğrafyasının bilinmeyen isimleri, aşkları ve efsanelerini de hikayesine katıyor.
Tüm bu efsaneler ve tarihi incelemelerin yanı sıra çöl tasvirleri ve betimlemelerini hikayesine ince ince örüyor. Uçsuz bucaksız, ıssız çölleri anlatmak en karmaşık betimlemelerden bile daha zordur. Çölü seyretmek kolay değildir. Göz hep aynı noktadaymış gibi bir hisse kapılır. Çöl hayatı izsizdir. Çünkü bir sonraki rüzgarla gelen kumlar az önceki yaşanılanların izlerini alıp gider. Buna rağmen Mussa, an içinde yaşanılanları, gözün gördüğü herşeyi hikayesine hayal dünyasının aynasından yansıtır. “Karanlık bir gecede, Gurab’ın siyah kıst-raklarının toynaklarıyla çöl kayalarının sürtüşmesinden çıkan kıvılcımlar, el-Gataş ile her bir elinde kılıç tutabildiği için, ‘iki kılıçlı’ lakaplı Zi Yusuf’un kılıcından çıkan kıvılcımlar kadar parlak değildi.” (İstanbul/EVRENSEL)
Evrensel'i Takip Et